Doğum, yaşam ve ölüm üçgeninde var oluşunun sınırlarını yahut sınırsızlığını idrak etmeye çalışan bir bedenin, kendi mevcudiyetine duyduğu şüpheyle başlar evvela hakikati arama yolculuğu. Çünkü nesneleri tanımlayabilmemiz için öncelikle özneyi yani kendimizi tanımlayabilmeliyiz ki bir anlam kazanmaya başlasın cümle, var olmuş ve var olacak her şey.
Kendimizi tanıma yolculuğunu nasıl gerçekleştirebiliriz? Elbette bu husustaki en değerli kaynağımız yine sahip olduğumuz hayatın kendisinde yatmaktadır. Tonlarca kitap dahi okunsa sahip olduğumuz hayat üzerindeki EŞSİZ bilgi ve deneyime ulaşamayacağımız bir gerçektir. Ama okunan kitaplar, dinlenen müzikler, duyulan öğütlerin de bu yaşamın içerisindeki birer yordayıcı olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Eğer yaşanmışsa bir “şey” vardır ve bir şey hem var hem var olmayandır diyemeyeceğimizden dolayı, hakikati arama yolculuğunda ister genelden özele ister özelden genele ister sondan başa ister baştan sona gidelim “var” olana karşı şüphemizi ancak ve ancak var olan bir düşünsel ve yaşamsal sistematikle kırabiliriz. Daha somut bir ifadeyle öznelere ve nesnelere şüphe duyan bir zihin ancak özne-nesne ilişkisi üzerinde bütüncül bir sistem “var” ederek bu şüphenin yerini hakikat ile doldurabilir ki okumakta olduğunuz bu deneme, her bireyin özel ve eşsiz bir sistematiği olduğu önermesine dayanmaktadır. Hakikatin ne olduğu bilgisi ancak ve ancak bireylerin kendi içerisinde saklı bir hazinedir ve onu açığa çıkarmak yine ancak ve ancak kişinin kendi elindedir.
Öyleyse hayatımızın ilk safhalarına göz atmakla başlayalım.
İlk çocukluk döneminde henüz başlamamıştır ben ve ben-olmayan ayrımı derler. Kişi yaşamında var olan her şeyi bir bütün olarak idrak eder. Varlığımızın ilk safhasında bu ayrımın olmayışından kaynaklıdır belki de dinsel yaklaşımların özünde yer alan masumiyet arayışı. Birey olma sürecinde, biri olma sürecinde, bir olma sürecinde atılan adımlarda yer alan ilk adımlar eşsiz bir rasyonellik taşımaktadır bu bağlamda. İnsan; beslenir, barınır ve bakım vereni tarafından güvenlik ihtiyacı karşılanır. Bakım veren ile bütünleşen bebek, tüm içgüdüsel arzularının tatmininde mevcudiyetini sürdürür ki bu durum sağlıklı ebeveynler üzerinde düşünüldüğünde geçerlidir. Ruh sağlığı bozuk bir anne ele alındığında, var oluşunun daha ilk adımlarından başlar bozuk yapı. Kişi, mevcudiyetinin sınırlarını henüz bebekken keşfeder yaşamın güvensizliği algısıyla. Oral dönem olarak adlandırılan bu dönemde irade dışı bir durum söz konusudur. Çünkü doğum bizim seçimimiz olmadığı gibi doğduğumuz şartlar da bizim seçimimizde yer almaz.
Hakikati arayan bireyin karşısına şöyle bir ikilem çıkmaktadır: ben-ben olmayan ayrımının olmadığı, insandan insana farklılaşabilen, sorgulanamayacak derecede bilinçsiz bir döneme sahipken tüm yaşamlar; hakikati evrensel bir gerçeklikte mi yoksa bireysel bir gerçeklikte mi aramalıyım?
Evrensel eşitlik kavramından bahsedemediğimiz bir düzlemde atarken adımlarımı evrensel bir yoldan nasıl bahsedebilirim ki?
İlerlemeye çaba sarf ettiğimiz bu düşünsel yolda söyleyebileceğimiz ilk şey var olan durumun kendisidir. İnsanlar eşit değildir. Hayatlar eşit değildir. İmkanlar eşit değildir. Toplumlar eşit değildir. Coğrafya eşit değildir. Dinler eşit değildir. Diller eşit değildir. Kadın ile erkek eşit değildir. Türk ile İngiliz eşit değildir. Zengin ile fakir eşit değildir. Eğitimli ile eğitimsiz eşit değildir. Zalim ile mazlum eşit değildir… İnsan dediğimiz varlığın hiçbir tanımlayıcısı bir diğer insanınki ile eşitlik oluşturamaz. Bu nedenledir ki evrensel bir yol uzanamaz hakikatin uçsuz bucaksız diyarlarına, dindiremez var olan vicdanın sesini, aklın hürriyetini, bedenin sefaletini ve haykıramaz “Ey İnsan! İşte hakikat budur!” diye, gösteremez eğriyi ve doğruyu tüm çıplaklığıyla… Bu nedenledir ki binlerce din, ekonomik sistem, öğreti ortaya atılmıştır tarihte, doğruyu ve yanlışı bulma derdi tüm davranışlarında göstermiştir kendini insan denen varlığın.
Öyleyse ilk çocukluk yıllarımızı nasıl yorumlayabiliriz?
Doğru ve yanlış kavramlarımız henüz yok, kucağında olduğumuz varlıktan bile haberimiz yok. Ağlıyor, gülüyor, birtakım sesler çıkartıyoruz. Bu dünyaya bilinçli olarak hiçbir bok katmak gibi bir şansımız yok. Ama dünyadan aldıklarımıza yönelik herhangi bir sınırımız da yok. Doğru ve yanlış, sen-ben, ödül-ceza, pekiştirilen davranışların süreklileşmesi derken sınırsız bir organın yoğun elektriksel iletimlerine maruz kalıyoruz. Adeta dünya tarafından çarpılmaya başlıyoruz.
Hakikat bunun neresinde?
Hakikat hakkında hala hiçbir fikrimiz yok fakat şu ana kadar öğrendiklerimizden şu çıkarımı yapabiliriz ki, karakterimizin, davranışlarımızın, düşüncelerimizin oluşumunda en basit haliyle dahi mutlak güç, kudret sahibi değiliz. Şayet bir hakikat var ise görülecek, bir düğüm var ise çözülecek, bir cevher var ise bulunacak, bir rehber var ise okunacak, bir iyilik var ise yapılacak, bir deniz var ise yüzülecek, bir el var ise tutulacak… bu tam anlamıyla bizim kararımız olamaz. Biz insanlar henüz ilk sayfalarını doldururken bile hayatın aciz ve bilinçsiz bir şekilde başlıyoruz.
Kimin ne haddinedir “Ben! Yaptım” demek?
Ne cüret !
Öyleyse hakikat yolu ne evrenseldir ne de topyekûn bizim elimizdedir, hakikat yolu bireysel bir yoldur ve o yolu bulma konusunda her bir bireyin yüksek miktarda şansa yahut mistik bir takım her şeyi bilen güçlere ihtiyacı vardır(!)
Ben’i kendi literatüründen silerken, bireycilikten bahsedebilmenin verdiği özgürlüğü tadabilir misin?
Ben ve ben olmayan ayrımını yapmaya başladığımız yıllar tamamlanadursun bu dönemde birçok karakteristik temellerimiz atılır. Hayatın temel bileşeni olan güven duygusu bu bilinçsiz dönemde kendini var olmak ya da olmamak meselesine işte böylece bırakıvermiştir. Bir illüstrasyon yapmak istiyorum hayatımızın ilk 3 yılında güven duygumuzun nasıl oluştuğunu daha net aktarabilmek için.
Gözünüze ilk kez sanal gerçeklik gözlüğü takıldığını hayal edin. Bir odadasınız, yürüyor, geziyor, eğleniyorsunuz. Bir saat sonra birtakım eşyalara dokunabildiğinizi fark ediyorsunuz, ne isterseniz elde edebileceğinizi görüyorsunuz. İki saat geçtikten sonra gezdiğiniz alanda insan formunda başka objeler olduğunu hareket ettiğini fark ediyor, onlara dokunmaya ve onlara dilediğinizi yapmaya başlıyorsunuz. Üç saat geçtikten sonra insan formundaki objeleri de aynı sizin gibi başka insanların da yönlendirdiğini fark ediyorsunuz. İkinci saatte onlardan aldığınız tepkiler, onlara gösterdiğiniz tepkiler bir anda zihninizden tekrar geçmeye başlıyor. İlk saatiniz ve bir sonraki saatiniz arasında bağlantı kuracak şekilde zihniniz bir tasarı oluşturmaya çalışıyor.
Nasıl mutlu olabilirsiniz, nasıl bu oyunu eğlenceli hale getirebilirsiniz, kime güvenebilirsiniz yahut güvenebileceğiniz kimse var mı? İçinde bulunduğumuz hayat oyununda bizleri dünyaya getirme cüretini gösterebilen ebeveynlerimizin koruması altında olduğumuz için şanslıyız. Hiçbir şey yapmadan yiyip, içip, ağlayarak sürdürebiliyoruz yaşamımızı. Ebeveynlerimize de bize sevmeyi, güvenmeyi öğretin diye sızlanıyoruz. İçinde bulunduğumuz ekonomik sistemde hayatta kalmak için kendini parçalayan insanların bir de kendilerinin dahi bihaber olduğu bu kavramları aktarabilmelerini beklemek hakkımız. Bilmiyorsan, karşılayamıyorsan, öğrenmek istemiyor, gelişmeyi göze alamıyorsan yapma, mecbur değilsin demek sonuna kadar hakkımız. Neden beni dünyaya getirdin? Ne derdin vardı kardeşim senin?
Bir dakika… Bir çelişki var burada. Eşit değil demiştik biraz önce insanlar. Tanımlanamaz demiştik ortak bir sıfatla. Halbuki daha 4-5 paragraf önce belirttiğimiz bir sıfat pek ala her bir insan için sunulabilir. Pek ala her bir birey için tanımlanabilir. ACİZ…
Doğumumuzdan başlayalım sıfatlandırmaya kendimizi. Yokluğumuzdan başlayalım varlığın hakikatini aramaya ki. Var olduğumuzdan dahi şüpheye düştüğümüz bu felsefi alemde bir nebze olsun bilim de olsun gönlümüzde. Acaba gerçek miyim sorularıyla spiritüel bir alemde bunalımdan bunalıma uçuşmak yerine, sağlam basalım ayaklarımızı ve diyelim ki:
-Merhaba dünya ben geldim. Dünyadaki en ACİZ canlı olan ben, tam şu an senin tüm gerçekliğindeyim. CAHİLim aynı zamanda dünya. Ne yerim ne içerim, neye ihtiyacım var bilmem. Bilsem de bunları nasıl karşılayacağımı bilemem. Değil senin hakkında bir fikir sahibi olmak, seninle birlikte olabilmenin yolunu dahi bilemem… ZALİMim aslında dünya. Bakma elimde güç yok, gösteremem zulmümü. Fakat gerçekleşmese isteğim kullanırım tüm gücümü: ingaaaaaaaa. NANKÖRüm ben dünya. Karşımdaki varlığın değil midemdeki varlığın kıymetidir beni ben yapan. Kim doldurursa onu ona dönerim her an.
Hakikat…
İnsan aciz, insan cahil, insan zalim, insan nankördür…
Ben acizim, ben cahilim, ben zalimim, ben nankörüm…
Ama değilim. Şu anıma baktığımda. Ben. Ailem. Arkadaşlarım. Hayran olduğum nice insanlar…
Sıkıcılığın son raddelerine varılan şu noktada iğne ipliğine tutunmuş kâşif arzumuzun ne ile beslenebileceğine yönelik ne denli efor sarf edersek edelim sıkıldık bir kere. Kaçış yok. Buradan gitmek buradan ayrılmak buradan sonrasına buradan bakmamak gerek. Çünkü SEN sahip olduğun tüm sıfatlarına rağmen hala ACİZ’sin, CAHİL’sin, ZALİM’in ve NANKÖR’sün. Son nefesini verene dek sahip olduğun tüm bu temel niteliklerden kaçmak için fotoğraflar çekinecek, beğeniler gönderecek, kıyafetler giyinecek, filmler izleyecek, sen gibilere gülümseyecek, sen olmayanı yerecek ya da sen olmayana özenecek, üç kuruşluk ekmeğe binlerce lira dökecek, iki kelimelik cümleye onlarca dil süzecek, ağlayacak, sızlayacak, bağıracak, inleyecek… ve de gideceksin.
Çünkü sıkıldın bir kere.
Güle güle
Hadi hayatımızın ilk safhalarına geri dönelim: acizim, cahilim, zalimim ve de nankörüm…