“Hatalar bizden hızlı koşarlar.”
“Genel ve Temel nedenlerden (sorunlardan) kaçılamaz.”
Bu iki önerme her eleştirinin dayanması gereken temel aksiyomlardır.
Bu nedenle Eleştiri/Özeleştiri bir anlayışın, bir davranışın, bir politikanın genel ve temel nedenlerine inmekle olur.
Çünkü o genel ve temel nedenler her tekil gibi görünen sorunda tekrar tekrar karşıya çıkacak ve giderek aşılmaz bir duvar haline geleceklerdir.
Ne demek istiyoruz? Bir örnek verelim.
En tipik örnek Marksizmin başına gelendir.
Marksizm dayandığı metodoloji ve kavram sistemiyle iyi kötü, en azından, hem insanlık tarihinin genel eğilimi hem de son yüzyıllar Avrupa tarihinin genel gidişini açıklar görünüyordu.
Buna bağlı olarak da program, strateji, örgüt ve taktikler geliştirebiliyor ve ezilenlerin çabalarına yol gösterici olabiliyordu.
Ancak gerek kapitalizm öncesi antik tarih, gerek yirminci yüzyıl (geri kalmış ülkeler ve “Sosyalist Ülkeler” denilen bürokratik diktatörlükler, en ileri ülkelerdeki faşizmler veya kapitalizm çerçevesindeki reformlarla yetinme, Yeni Sosyal Hareketler vs.) bu kavramların yetersiz olduğu ortaya çıktı. Ve Marksizm bir krize girdi.
Bu krizden daha derin ve kapsayıcı kavramlarla çıkabilirdi.
Tabii Marksizmin krizi insanlığın krizi olarak da yansıdı. Marksim olguları açıklayamayınca program da geliştiremedi. Eski program ve stratejiler yetersiz kaldı. Bu nedenle, bugün gerek dünyadaki gerek tek tek ülkelerde ve özellikle de Türkiye’deki çıkışsızlığın temelinde Marksizmin krizi yatmaktadır.
Marksizmin krizinin temelinde ise onun Din’in ve Ulus’un ne olduğunu açıklayamaması bulunmaktadır.
Ama Din’in ve Ulusun ne olduğunu açıklayamamasının temelinde de Aydınlanma’nın normatif (yani Toplumu düzenleyen, ama açıklamayan, analiz etmeyen) kavramlarını sanki onlar toplumu açıklayan, analiz eden kavramlarmış, yani sosyolojik kavramlarmış gibi ele alması, yani genel bir ifadeyle Aydınlanma’nın kalıntıları yatmaktadır.
Bugün Marksizmin kimi genel ve temel hataları, metodolojik hataları onun karşısına aşılmaz bir duvar olarak çıkmıştır. Hiçbir kitle desteği ve toplumsal hareketlenme onun bu temel ve genel hatalardan kurtulabilmesini sağlayamamıştır. Çünkü hatalar bizden hızlı koşarlar. Tam kaçıp kurtulduğumuzu sandığımız anda karşımıza aşılmaz bir duvar olarak çıkarlar.
O halde insanlığın ve tek tek ülkelerdeki ezilenlerin krizden çıkabilmesi için öncelikle Marksizmin krizden çıkması, yani sonuç olarak ulusun ve dinin ne olduğunu açıklayabilir bir kavramsal düzeye yükselmesi gerekmektedir.
Bunu metodolojik düzeyde değil de sosyolojik düzeyde ifade etmek gerekirse, bir Din ve Ulus teorisi olması gerekir. Ancak bu durumda tekrar insanlığa yol gösterecek bir program, strateji ve örgüt biçimleri geliştirebilir.
Örneğin bizim Marksizmin Marksist Eleştirisi kitabımızda ve diğer yazılarımızda yaptığımız, ya da yapmaya çalıştığımız tamı tamına budur.
Burada eleştiri ve özeleştirinin özdeşliği de ortaya çıkar. Yani marksizmin marksst Eleştirisi aslında Marksizmin özeleştirisidir.
Yani biz Marksist olarak Marksizmi eleştirerek aynı zamanda Marksizmin Özeleştirisini de yapmış oluruz. (Kitap şuradan indirilebilir)
Bu eleştirinin başarılı olup olmadığı doğruluğu yanlışlığı ayrı sorunlar, burada eleştiri konusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini metodolojik düzeyde ele alıyoruz.
Genel ve temel nedenler ise iki düzeyde ele alınabilir:
a) Metodolojik düzey;
b) Sosyolojik düzey.
Yani yine yukarıdaki örneğe bağlı kalırsak, sadece metodolojik eleştiri yetmez, o yanlışların neden yapıldığını da açıklamak gerekir tarihsel ve toplamsal nedenleriyle. Yani Marksizm toplumun bilimi olduğundan kendi yanlışının sosyolojik nedenlerini de açıklamak zorundadır. Örneğin devrimin geri ülkelerde olması, onun karşı devrime uğraması, tarihin düğümünün tersinden çözülmeye başlaması ve çözülemeyip kördüğüm olması bu gidişin sosyolojik sorunlarının son duruşmada o metodolojik yanlışların sürdürülmesine yol açması gibi.
Şimdi bu en temel eleştiri/özeleştiri anlayışı açısından baktığımızda Demirtaş’ın eleştirisinin bir eleştiri bile olmakta uzak olduğu görülür.
HDP’nin yanlışlarının metodolojik, programatik, stratejik, örgütsel nedenlerine hiç girmemektedir. Sadece bu kadar da değil, bu yanlışların sosyolojik nedenlerine de hiç girmemektedir.
O yanlışlar bulutsuz gökte çakan şimşekler gibi ele alınmaktadır.
Halbuki bu satırların yazarı, en azından 2007-2008 yıllarından beri, HDP’nin atası olan “Çatı Partisi girişimi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, “Halkların Demokratik Kongresi” ve HDP örneklerinde daha başlangıçta, tohum halindeyken yapılan yanlışları sıraladı, metodolojik nedenlerini ve sosyolojik nedenlerini açıkladı ve ayrıca sorunların aşılması için somut teklifler yaptı.
Bütün bu kitaplar dolduracak eleştiriler, bu emek, susuşla, alayla, görmezden gelinerek, bunlar yetmediğinde idari, hukuki veya fiziki olarak engellendi. (Hatta HDK hazırlıkları sırasında bizzat Demirtaş bile bugün kendisinin kurbanı olacağı yapısal sorunlara yönelik eleştirilerimize karşı çıkmıştı.)
Kısa vadeli ve yüzeyden bakınca hareket başarıdan başarıya koşuyor görünüyordu.
İşlerin hiç de öyle olmadığı şimdi ortaya çıkıyor. HDP’den daha hızlı koşan hatalar karşısına bir aşılmaz duvar olarak dikilmiş bulunuyor. O hataları tohumundan tanımayanlar şimdi acı meyveleriyle karşılaşıyorlar.
HDP’nin Demirtaş’a cevabı ise, Demirtaş’ınkinden de geri bir eleştiri anlayışını yansıtıyor.
Birincisi tamamen bürokratik bir anlayış. Memurlarda ve devlette bulunan bir anlayış. Eleştiri ve itirazlar “silsilei meratip” içinde üst organlara iletilecek anlayışı.
Bu tam Türk devletinin, yani şark devleti ve devletçiliğinin anlayışıdır. Bu devlet kendi milletini, Tanrının insanı kendi suretinde yaratması gibi, kendi suretinde yarattığından olsa gerek bu anlayış herkese sinmiş bulunuyor.
Birincisi, bizler (yani demokratlar) tüm devlet organlarının, tüm şirketlerin, tüm örgütlerin tüm toplantılarının, tüm kararlarının herkese açık olmasını ve herkesin önünde yapılmasını programatik olarak savunmalıyız ve böyle yapmakla kalmamalı bizzat kendimiz de öyle yapmalıyız. Bunun mantık sonucu, bizlerin tüm tartışmalarının da, tüm toplantılarının da kamuoyuna açık olarak yapılmasıdır.
Birincisi böyle bir anlayış yok. (Bu anlayış Demirtaş’ta da yok.)
İkincisi, herhangi bir örgütte veya devlette bir üst organa seçilen herkes daha baştan güvenilmez kabul edilmelidir.
Meşhur Paris komünü tedbirlerinin ardında, seçilenlerin her an seçenlere ihanet edebileceği gizli varsayımı vardır. Yani seçilenlerin geri alınması, ortalama işçi ücretinden fazla almaması vs. gibi kurallar aslında vekil ve asil ilişkisinde vekillere, yani organlara seçilenlere karşı bir güvensizlik varsayımından, Almanların dediği gibi “güven iyidir ve kontrol daha iyi” varsayımından hareket eder.
Yani demokratik bir örgüt anlayışı, üst organlara seçtiklerine hiçbir zaman güvenmeyecek ve sapanından taşı eksik etmeyeceksin anlayışına dayanır ya da dayanmaladır ve örgütün yapısını böyle oluşturmalıdır.
Bunun mantık sonucu ne olur. Tüm üyelerin yatay ilişkisinin tüm fiili ve hukuki olanaklarının bulunması. Üst organlara seçilenlerin sürekli suçlu veya ihanet etmeye hazır muamelesi görmesi.
Çünkü üst organa seçilen zaten konumu gereği bir çok şeyi kontrol eder, daha çok bilgiye sahiptir, herşeyi daha kuşbakışı görür ve bütün bunları kendi konumu için kullanabilir. Bunu dengeleyebilmek için üyelerin yatay olarak eğilimler, gruplar, fraksiyonlar, tezler vs. örgütleyebilmesi, üst organların bileceği her türlü bilgiye ulaşır olması, yani üst organların kontrolüne ve sınırlamasına uğramadan onlar üzerinde baskı oluşturma olanakları olması gerekir.
Halbuki, HDP’nin Demirtaş’ın eleştirisine cevabı ise, sen önce bize ilet, biz onu örgüte ve gerekirse kamuoyuna iletiriz anlayışına dayanmaktadır. Yani tam anlamıyla işi üst organların keyfine bırakan bir anlayış. Tam Türk devletinin Şark Despotluklarının anlayışı.
Bu anlayış ayrıca bir de kendini eleştirileri düşmanın kullanabileceği; bu nedenle eleştirileri organlar içinde ve silsilei meratibe uygun olarak yapmak gerekir bahanesinin de ardına gizlenir sıkça. Aslında yapılan yatay ilişkinin, her üyenin her üyeye ulaşma ve yönetim üzerinde baskı oluşturma olanağının engellenmesidir.
Bu da devrimci ve demokratların hiçbir şekilde kabul edebileceği bir anlayış değildir ve baştan reddedilmelidir.
Yeni kuşaklar bilmez, fikir eleştirisi ve savunusu açık yapılır. Burjuvazi ve onun devletinden sadece somut ilişkiler gizlenir. Zaten temel nedenlere giren bir eleştirinin de bunlarla (yani işin teknik kısmıyla) ilişkisi olmaz. Devrimci anlayış budur.
Tam da bu anlayışa uygun olarak devrimciler mahkemelerde fikirlerini savunur ama ilişkileri gizler.
Yeni kuşaklar ilmez ve eski kuşaklar devrimci gençliklerinin hafızasını yitirmiştir ama hatırlatalım ki Lenin’in Bir Adım İleri İki Adım Geri eseri örneğin, Çarlık gizli polisi Okrahana’nın varlığı ve tehdidi altında yapılmış illegal bir partinin illegal Kongresinin tutanaklarının bir analizidir aynı zamanda.
Yani Okrahana tehdidi altındaki Rus devrimcileri, gizli kongrenin tutanaklarını yayınlıyorlar ve bu tutanaklar üzerinden analizler, polemikler yapıyor ve bunları kitap olarak yayınlıyorlardı. Çünkü söz konusu olan fikirler ve bunlar arasındaki ayrılıklardı. Kimse delegelerin oraya nasıl getirildiği, nerede kimin evinde veya nerede kaldığı vs. gibi konuları ele almıyordu. Polis bunlarla ilgilenir özünde.
Şimdi bir Lenin’e ve devrimci geleneklere bir de HDP’ye bakalım. HDP yasal olarak kurulmuş tüm faaliyetleri kanunlar emretmese bile kendisinin halka açık tutması gereken bir parti iken, eleştirilerin önce organlar içinde üst organa iletilmesi, yani aşağıdan yukarı iletilmesi ve değerlendirmenin üst organa bırakılması anlayışını savunuyor. Tamamen bürokratik, şark despotu, merkezi devletin anlayışıdır bu. Bu anlayış baştan mahkum edilmeliyken, Türkiye’de azıcık demokrasiyi savunduğun söyleyen biricik parti bunu savunuyor.
Ama daha kötüsü, bu savunma normal karşılanıyor. Başta Demirtaş, kimse buna itiraz etmiyor.
Haydi, HDP bir devrimci parti değil diyelim, Ama en azından Öcalan bile en sert eleştirilerini herkesin önünde yapmıyor muydu?
Yoksa bu sadece Öcalan’a özgü bir ayrıcalık mı?
Hukuki olarak herkesin eşit düzeyde olması gerekmez mi?
Öcalan’ın hakkı varsa herkesin hakkı olması gerekmez mi?
İnsanlar bu hakkın kullanımında ortaya çıkan görüşe elbet adamına veya fikrin içeriğine göre yankı gösterebilirler ama bu ayrı içeriğe ilişkin bir sorundur. Örgüt demek biçim, biçim de hukuk demektir. Hukuk da her şeyden önce tüm üyelerin eşit haklı olması ve hiçbir görevin kimseye hukuki bir imtiyaz sağlamamasıdır.
Ama hukukunuz Türk devletinin hukuku gibi anti demokratikse, keyfiliğe ve üst organlara her türlü imkanı sağlıyorsa, hukuk savunusu aslında keyfiliğin savunusudur. Türk devletinde ve HDP’de durum budur. HDP yönetiminin Demirtaş’a cevabı bundan başka bir şey değildir.
Ve nihayet, HDP’nin eleştiri ve özeleştiri anmayışı, bir günah çıkarma anlayışıdır. Aynı anlayış Demirtaş’ın eleştirisinde de görülmektedir.
İyi çalışamadık, şurada şu yanlışı yaptık türünden ifadeler özeleştiri veya eleştiri değildir.
Halka dönüp biz süreci iyi yönetemedik, Öcalan üzerindeki tecride son veremedik, hatalıyız demek falan özeleştiri veya eleştiri değildir.
Bunun adı Günah Çıkarmadır.
Eleştiri yanlış olduğu söylenen şeyin temeldeki metodolojik ve sosyolojik nedenlerine inerse eleştiridir.
Öcalan’ın üzerindeki tecridi aşman için tecrit olmaman gerekir. Tecrit olmamak için hangi programın, stratejin olması gerekir. Bunlara giren bunları tartışan var mı?
Yok.
Bu kriterlerle baktığımızda Demirtaş’ın HDP’ye eleştirisi de aslında eleştiri bile değildir. HDP’nin yanlışlarının temelleri hakkında hiçbir şey söylememekte bu konulara bile girmemektedir.
Biz HDP’nin (ve Demirtaş’ın da) bütün yanlışlarının temellerine yönelik metodolojik ve sosyolojik eleştirilerimizi yıllardır yaptık, bunları her zaman somut önerilerle destekledik. Ama hiçbir zaman birinin bile tartışıldığını ve gündeme alındığını görmedik. Meraklısı için kitaplarımız ve bloğumuzdaki yazılar duruyor. İmkan bulursak bunların yeni ve aktüel versiyonlarını da çıkarırız. (Örneğin ikisi şurada var: Çatı Partisi Tartışmaları, HDK Üzerine Yazılar)
Aşağıda HDP henüz ortada yokken, Türk sosyalistleri Kürt hareketinden uzak durur ve bin bir rica minnet onunla bir araya gelirken yazılmış iki yazı var. Orada eleştirilen anlayışlar şimdi acı meyvelerini veriyor. Meraklısı okur.
Yazılar Öcalan’ın önerisi olan Çatı Partisi girişimi Ertuğrul Kürkçü ve Mahir Sayın’ın engellemesiyle akamete uğrayınca başarısızlığı makyajlamak için kurulmuş ne olduğu belli olmayan Demokrasi İçin Birlik Hareketi denen “Şey” içindeki tartışmalarda yazıldı.
17 Ağustos 2018 Cuma
Eleştiri Yıkıcı Olmalıdır
Ertuğrul Kip arkadaş, her ne kadar bana hitaben değil, (ağır delikanlılar ve olgun insanlar öyle somut kişilere hitap etmezler, ortaya konuşurlar isteyen üzerine alır, öyle beş para etmez kişileri muhatap alıp adamdan sayıyor görünmenin de alemi yoktur zaten) ortaya “eleştiri, kısa, özlü, yapıcı olmalı” diye bir yazı yazmış.
Biz de üzerimize aldık ve her ne kadar muhatabımız bizi muhatap almasa da biz onu muhatap alarak bir cevap verelim.
Evet, “eleştiri yıkıcı olmalıdır” demenin zamanı şimdi.
Ne demek “yapıcı” eleştiri?
Eskiden beri burjuvazi “eleştiri yapıcı olmalıdır yıkıcı olmamalıdır” bayağılıklarını tekrarlar ve biz sosyalistler bu bayağılıklarla alay ederdik.
Şimdi artık sosyalistler başlamış bu bayağılıkları tekrarlamaya, unutmuşlar bütün devrimci gelenekleri.
Lenin’de, Marks’ta, Engels’te bir tek kelime bulamazsınız “eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı” olması gerektiğine dair. Bulamazsınız. Çünkü onlar böyle bayağılıklara pirim vermezlerdi. Onlar için eleştiri bir silahtır. Silahla da oynanmaz, savaşılır.
Ama artık bütün devrimci, eleştirel ve zındık geleneklerin unutulduğu bir çağda yaşıyoruz ve bu bayağılıklar sosyalistliğin ve Marksistliğin şanındanmış gibi tekrarlanıyor.
Çok daha önce “Polemik üzerine” yazılarımda da izlediğim yöntemin Marksist klasiklerin yöntemi olduğunu yazdım. “Uzun yazmak üzerine” de yazmıştık. Bunları tekrar atmak gerekmiyor. Okumaya niyetli olan okur.
Hayır sayın Ertuğrul Kip arkadaş, eleştiri “yıkıcı” olmalıdır ve gerçek eleştiriyse her zaman “yıkıcı”dır.
“Yapıcı” eleştiriler eleştiri değil olsa olsa danışıklı dövüş olur.
“Yapıcı eleştiri” denen eleştiri, olsa olsa taktik düzeyinde yapılan eleştiriler olabilir.
Ben ise başından beri, herkesin nefretini kazanma bahasına, bu “Çatı Partisi Girişimi” denen “şey”de yapılanların, Program, Strateji, Örgüt gibi başlıklar altında, baştan aşağı yanlış olduğunu, aynı zamanda samimiyetten de yoksun olduğunu söylüyorum.
Bütün bunları başından beri tek tek, her adımda yazıyor ya da sözlü ifade ediyorum.
Soruyorum burada şimdi tekrar, bu eleştirilerimin bir tekine bile cevap verilebildi mi ve eleştirinin yanlışlığı gösterilim çürütülebildi mi?
Hayır, şu ana kadar hiç birisine ne cevap verildi ne de çürütüldü.
Bir iki cevap teşebbüsü olduğunda onların da yanlışlıkları gösterildi ve sonunda, örneğin “Aaa, emek ve işgücü farklı şeylermiş” gibi ciddi sorunlardan alayla kaçan bir anlayışın en sıradan bayağı örnekleri görüldü.
Ve burada “Yapıcı eleştiri”den söz edenlerin hiçbirinin bu bayağılıklar karşısında zerrece tepki gösterdiği görülmedi. Yani biçimsel itirazların ardında içeriksel itirazlar olduğu önermesi bir kez daha doğrulandı.
En iyisi sizin “yıkıcı eleştiri” eleştirinizi ele alarak “Yapıcı eleştiri” isteğinizin nasıl bir yıkıcı eleştiri olduğunu göstereyim.
Benim eleştirilerim taktik düzeyde değil, Programatik, Stratejik ve Orgütsel (ve de Taktik) düzeylerde.
Bu alanların hepsinde var olan çizginin yanlış olduğunu; Türkiye’deki demokrasi mücadelesine zarar verdiğini ve vereceğini söylüyorum.
Ve kendi önerdiğim program, strateji, taktik ve örgüt anlayışlarımın çoğunluğu kazanması, bu çizginin terk edilip mahkum edilmesi için bir mücadele veriyorum.
Bütün bunları her aşamada sözlü ve yazılı olarak ifade ediyorum.
Ayrı bir program ve strateji öneriyorum; ayrı bir örgüt ve örgütlenme anlayışı öneriyorum ve bunlara bağlı bambaşka bir taktikler manzumesi.
(Bu taktikler manzumesi de sert vuruşlar biçimindedir. Uzun vadeli bir yönelişleri vardır. İnsanları ciddi ve derinden bir hesaplaşmaya; dolayısıyla uzun vadeli bir siyasi ve teorik eğitim vermeye yöneliktir. İnsanların sempatileri sayesinde değil, antipatilerine rağmen bazı görüşlerin doğruluğunu kabul noktasına getirmeyi amaçlarlar.)
Bunlara katılır ya da katılmazsınız. Ama apayrı bir çizgiyi kendi içinde tutarlılıkla savunduğumu kabul etmek zorundasınız.
Şimdi böyle bir pozisyon karşısında yapıcı eleştiri nasıl olur?
Bu Program, Strateji, Örgüt düzeyindeki eleştirilerimi doğru bulursunuz, bunların bu “Şey”de egemen olması için mücadele edersiniz, ama taktik düzeyde örneğin sert vuruşlar yerine yumuşak vuruşları önerebilirsiniz.
Bu yaklaşımla yaptığınız “yapıcı” bir eleştiri ise şöyle olur: Demir arkadaşın bütün eleştirileri doğrudur, ancak bu eleştirilerini o cansız bir gövdeyi uyandırmak için böyle yapmaktadır, bu gövdenin uyanacağı yoktur, bunlarla boşuna vakit geçirmesi taktik olarak yanlıştır.
İşte “yapıcı” eleştiri dediğiniz böyle bir şey olurdu eğer siz “yapıcı” bir eleştiri yapsaydınız bana karşı.
Peki sizin ölçüleriniz göre “Yıkıcı” eleştiri nasıl olur?
O da şöyle olur örneğin:
“Demir arkadaş, programatik olarak ulusun tanımından Türklüğü çıkaralım diyor. Bu ütopizmdir, mücadeleye zarar verir. Elbette uluslar tarihten beri gelen kökleri tarihte olan sosyal olgulardır, elbette bizler Kürtler ve Türkler arasında bir uzlaşmayı savunmalıyız.
Demir’in savundukları strateji olarak da yanlıştır. Demir arkadaş, Askeri Bürokratik Oligarşi diye bir hedef seçmekte ve bütün vuruş yönünü ona yöneltmekte, Burjuvaziye eleştiriyi askeri bürokratik oligarşiyle iyi mücadele etmediği noktasından yapıp burjuvaziyi tecrit etmeyi önermektedir. Bu da yanlıştır ve liberallerin kuyruğunda bir politikadır. Bir sosyalistiz. Anti kapitalist mücadeleden vazgeçemeyiz. Kaldı ki bu savunduğu eski aşamalı devrim anlayışıdır. Askeri Bürokratik oligarşi ve Burjuvazi birbirinden ayrı güçler değildirler ve bunların birini öne almak yanlıştır.
Keza Demir arkadaş, Örgütsel biçim konusunda da yanlıştır. Elbette bizler tek tek kişileriz veya bu olanaktan yararlanmaya çalışan küçük örgütleriz. Kimseye bir şey diyecek gücümüz yoktur. Onlar da burada oynuyor göründükleri sürece bunu kullanarak biraz örgütlenmeyi deneyebiliriz. DTP’ye üyelerin niye burada değil diyemeyiz. Bu kabadayılık ve ölüm fermanımız olur. Hele böyle güçlenelim, gün gelir onu da deriz.”
İşte üç aşağı beş yukarı bu farazi eleştiriler (Ki bunlar bu günkü fiili çizgidir. Yani aslında fiilen yapılan eleştiridir.) “yıkıcı” eleştiri olur. Yani benim izlediğim çizgiyi yok etmeye, onun yanlışlığını gösterip sıfıra düşürmeye yöneliktir.
İşte benim beklediğim böyle “yıkıcı” eleştirilerdir.
Ama yapılan nedir? Sizin yaptığınız nedir?
Yaptığım eleştiriler karşısında bu eleştiriler yokmuş gibi davranıp, şu an çoğunluk olma veya kimsenin itiraz etmeme durumundan yararlanıp, bu eleştirilere susuş uygularsanız, bu en tahripkar eleştiri olur.
İşte yapılan tam da budur.
Sadece bu da değil.
Bu farklı program, strateji, örgütlenme anlayışlarıyla açık bir fikir mücadelesinden kaçıp da onu biz oylama yapmıyoruz diyerek tartışma ve gündem dışına atarsanız, bu “yıkıcı” eleştirinin Allah’ı olur.
Ve bu davranış karşısında bir ses çıkarmıyor ve böyle bir şey yokmuş gibi davranıyorsanız bu da o yıkıcı eleştirinin tasdik edilmesi ve benimsenmesi olur.
Burada şu ana kadar yapılanlar bunlardır. Sizin de yaptığınız budur.
Siz de, yapılan eleştirilerin içeriğine girmiyor, içeriği tartışmıyor, “Eleştiri yapıcı olmalıdır” diyerek, içeriği tartışmayı gündemden düşürüyorsunuz. Bu Allahına kadar “yıkıcı” eleştiridir.
Benim eleştirilerimin yıkıcılığı ile sizin eleştirilerinizin yıkıcılığı arasında şöyle bir fark vardır.
Benim eleştirilerim eleştiri silahını kullanmakta yani açıktan fikir mücadelesine girmektedir.
Sizin eleştiri yapmayan fiili eleştirileriniz ise, “silahların bir eleştirisidir” Marks’ın deyimiyle. Yani eleştiri silahına karşı bir eleştiridir. Esas korkunç olan budur. Bu karşı tarafı yok etmeye yöneliktir, ama fikri araçlarla değil, fiziki araçlarla, susuşla, idari tedbirlerle, uygulamayla.
Yani burada yapıcı eleştiri gereğinden söz edenlerdir gerçekte eleştiri silahına karşı bir eleştiri yürütenler. Esas yıkıcı olanlar onlardır ve siz de bunlardan birisiniz.
Gördüğünüz gibi, yapıcılık ve yıkıcılık bakana ve bakılan yere göre değişen özelliklerdir.
Kaldı ki, geniş anlamda benim eleştirilerim “yapıcı”dır.
Eni sonu hepsi sizleri ikna etmeye, sizlere yanlışlarınızı göstermeye yöneliktirler.
Size karşı asıl yıkıcı davrananlar, sizi adam yerine koymayıp eleştirmeyenlerdir.
Örneğin bir Ertuğrul Kürkçü’nün, bir Mahir Sayın’ın sizleri bir konuda ikna etmek için şu gruba bir yazı yazdığını gördünüz mü?
Bu değil midir en büyük yıkıcı eleştiri?
Tekrar edeyim. Bu “Çatı Partisi Girişimi” ya da “Demokrasi İçin birlik Hareketi” denen “Şey”, bu günkü anlayışlarıyla gittiği takdirde, güçlense ve bir güç haline gelse bile, demokrasi mücadelesine zarar verir, hem de gücü ölçüsünde daha çok zarar verir. Çünkü gerici bir ulusçuluğu savunmaktadır; radikal ve devrimci demokrat bir çizgiyi savunmamaktadır.
Bunun ardında da gerici bir milliyetçilik anlayışına dayanması ve bunu savunması yatmaktadır.
Bütün diğer sorunlar buradan çıkmaktadır.
Bir de samimiyet sorunu var tabii.
Elbet kişi olarak kimsenin samimiyetinden şüphe edilemez.
Ama bir hareket, bir örgüt, samimi (içten) olmak, yani hatalarını, zaaflarını herkesten önce kamu oyuna duyurmak, onları teşhir etmekte en önde olmak zorundadır.
Bu anlamda samimiyetten yoksundur bu “Şey”.
Dediklerimin yanlışlığını somut olarak gösterebiliyor musunuz?
Hayır gösteremiyorsunuz.
Hatta bunların doğruluğunu suskunlukla ve örtük ifadelerle fiilen kabul ediyorsunuz.
Örneğin siz şöyle yazıyorsunuz:
“Catı Partisi yada DBH olarak calısmalara emek veren, hareketi bir yerlere tasımaya calısan arkadasları,ve solda eksıklıklerıyle de olsa birseyler üretmeye calısanları elestırırken daha yapıcı bir dil daha acık ifadeler kullanmalıyız bence.”
Haluk Ağabeyoğlu daha da açık sözlü yazıyor:
“hepimizin aklindan gecen ve asmak icin bir azim ugrastigimiz zaflarimiz bu kadar yikici bir dil ile mi yazilmalidir”
Yani örgütsel işleyişe ilişkin yazdıklarımın doğruluğu zımnen kabul ve itiraf ediliyor sizlerce bile.
Ama sizi bu zaafların açıkça ifade edilmemesi değil, açıkça ifade edilmezi rahatsız ediyor.
Bu bakımdan tam tersi noktalardayız ve tam tersi anlayışlara sahibiz.
Eğer bu zaaflar varsa, bunları herkesten önce bizlerin, hem de en acımazsız, en kendiyle alay eder dille herkese anlatmamız gerekir.
Siz ise bunun yapılmasına tepki gösteriyorsunuz.
İçtenlikli ve samimi bir hareket, “yaptıklarımız” diye değil, “yapamadıklarımız” diye yazılar yazar.
İçten bir hareket, bunlar bizim sorunlarımız, kendimizin ne olduğunu bile tarif edemez bir durumdayız diye yazar.
Siz bunların hiç birisine, ne olgu ne teori düzeyinde itiraz edemiyorsunuz ama “uzun yazmak”, “yapıcı eleştiri” diye yazılar yazarak bunların açıkça yazılmasından duyduğunuz memnuniyetsizliği ifade ediyorsunuz.
Böyle davranarak en yıkıcı eleştirileri yaptığınızın farkında değil misiniz?
Tekrar ediyorum.
- Ulusu hala bir dil, din, etni, soy ile tanımlıyorsunuz. Bu gerici ulusçuların ulus tanımıdır. Dolayısıyla çözümleriniz de gerici bir ulus anlayışı çerçevesinde oluyor.
- Türkiye’de demokrasi mücadelesinde esas vurulacak halkanın askeri bürokratik oligarşi olduğunu kabul etmiyorsunuz ve eski anlayışlarla hala ekonomist bakış açısıyla hareket ediyorsunuz.
- Eğer gerçekten bir parti olma yoluna gidilecekse bu program ve strateji konusundaki zaafların üzerine gidilmiyor ve bu da korkunç bir zaaf yaratıyor.
Bunların açık bir tartışması olmadıkça, bunlar yok gibi sayıldıkça bir ileri gidiş mümkün değildir, hatta ileri gidiş bile demokrasi mücadelesine zarar verir.
Haydi, bunların aksini kanıtlayın.
“Catı Partisi yada DBH olarak calısmalara emek veren,hareketi bir yerlere tasımaya calısan arkadasları,ve solda eksıklıklerıyle de olsa birseyler üretmeye calısanları elestırırken daha yapıcı bir dil daha acık ifadeler kullanmalıyız bence.”
Peki, arkadaşım, biz “bir yerlere taşımaya”, “bir şeyler üretmeye” çalışmıyor muyuz?
Ne biliyorsunuz benim ne yapıp ne yapmadığımı? Günde kaç saat devrimci mücadele için uğraşıp uğraşmadığımı? Benim yaşım 60 ve 15 yaşımdan beri, sadece boş zamanlarımı değil, 24 saatimi ve bütün ömrümü bu işlere vermişim. Bilinçli hayatımın 35 yılı sürgün ve hapislerde geçmiş.
Bir de bunları bana karşı bir silaha dönüştürmeye çalışıyorsunuz: Türkiye’dekiler bu işi daha iyi bilir diyerekten
“Türkiyede yasayanlar solun ülkemizdeki durumunu cok iyi gördüklerini bildiklerini düsünüyorum.(Yurt dısında yasayıpta Türkiyedeki solun durumunu anlayan degerlendiren cok insan var. onuda ayrıca belirtmeliyim.)” diyorsunuz
Yani demek istediğiniz şu: Sen yurt dışında yaşıyorsun bu işlerden anlamazsın Türkiye’dekiler bunu daha iyi bilir. Sesini çıkarma.
Ben 10 yıl hapiste 25 yıl da sürgünde yaşadım ve hapisteyken “içerdesin sen anlamazsın”, sürgündeyken de “dışardasın sen anlamazsın” itirazlarıyla çoook karşılaştım ve bu itirazları yapanların neredeyse hepsi, o “mücadelenin içindekiler” sonunda gidip tosladılar ve çoğu gelip “sen haklıymışsın” dediler.
Ayrıca bu tür itirazların gerçekte içeriğe itirazlar olduğunu ve belden aşağı vurmaktan başka bir anlama gelmediğini, her türlü tartışmayı baştan olanaksız kıldığını en az on kere yazmışımdır.
“Türkiyede ve Dünyada "SOSYALİST DEMOKRASİ" mücadelesinin nasıl yürütülecegine dair elinde kesin recetesi olan biri varsa versinde binlerce devrimci-demokrat-sosyalist insan bosu bosuna bu is nasıl olmalıdır diye kafa patlatmasın. Hemen yarından itibaren en azından kendi adıma söz veriyorum o receteyi uygulayacagım.”
Yine uluslar arası işçi hareketinin deneyleri hakkında hiçbir şeyi okumadığını itiraf etmiş oluyorsun.
- Sol Muhalefet 1930’lu yıllarda, sosyalist demokrasi dediğiniz, (çünkü o isim de yanlıştır. Sosyalizm sınıfsız toplumdur, Sosyalist Demokrasi ile kastedilen proleter demokrasisi veya diktatörlüğüdür, geçiş dönemindeki demokrasidir) proletarya demokrasisi, konusunu daha o zamanlar teorik olarak ve pratikte açıklamıştı.
- Daha sonra Dördüncü Enternasyonal bunu programatik bir karar haline getirdi.
- Türkiye’de Mahir Sayın’ın sosyalist demokrasi açılımından çok önce 70’li yılların sonunda bu konular tartışıldı ve açıklığa kavuşturuldu.
- 80’li yılların ortasından sonra Mahir Sayın bunu bayağılaştırılmış bir versiyonunu alarak Kurtuluş’ta bir Rönesans yapmayı denedi ve Mahir’in yaklaşımının yanlışları o zamanlar geniş olarak eleştirildi.
- Ben bizzat Kuruçeşme paraleli olarak Avrupa’da yürüyen tartışmalara sunduğum “Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Tartışılmayan Bazı Sorunları Tartışma Denemesi” (Ki bu yazıyı, ÖDP ve Kuruçeşme dersleri bağlamında buraya da yolladım) başlıklı yazımda bu konuyu daha de geniş olarak ele aldım.
Şimdi siz bütün bu mücadeleleri ve birikimi yok var sayarak yukarıdaki satırları yazıyorsunuz.
Bu o insanların mücadele ve emeklerine saygısızlık da değil mi?
Kaldı ki, “sosyalist demokrasi” denen ile sosyalist bir örgüt içindeki demokrasi çok farklı şeylerdir. Onları aynı sananlar, sosyalist bir örgütün sosyalist bir toplumun ilişkilerini tohum halinde yaşattığı görüşündeki küçük burjuva ütopyacılarıdır. Marksizm bu hayallerle mücadele içinde doğmuştur.
Sosyalist örgüt içindeki demokrasi konusu çook uzun zamandır Avrupa’da örneğin fiilen bütün sol örgütlerde uygulanır.
Bu da çok basittir. Program ve tüzüğü kabul edenler ve organlarından birinde yer alanlar o örgütün üyesi olurlar. Farklı görüşler kendilerini ifade etmek, görüşlerine netlik kazandırmak, örgüt çoğunluğunu kazanabilmek için her türlü faaliyette bulunurlar ve bütün bu faaliyetler örgütün içinde ve herkesin gözü önünde açık olur. Kongrelerde farklı platformlar önceden tezlerini yayınlarlar, polemiklerini yaparlar vs.. Bunların tartışması ve uzlaşmaları veya alternatif olarak çıkmaları sonucu kararlar alınır. Alınan karar da herkes uyar, Eğer alınan karar çok büyük bir programatik veya stratejik ayrılığı ifade ediyorsa, bu ayrılmayla veya bölünmeyle sonuçlanır.
Bu kadar basittir.
Bu “Şey” ise bu kadar basit bir işleyişten bile yoksundur.
Çünkü kendini oluşturan bileşenler üyelerinin bu şeye katılmasını kabul etmemektedirler.
Çünkü böyle olduğu takdirde, bu “Şey” içinde, herhangi bir görüşün, bu şey içindeki bütün üyelere hitap edip, (Dolayısıyla o örgütlerin tüm üyelerine de) onları kazanıp çoğunluğu kazanma mücadelesine girmesini kabul etmek anlamına gelecektir. O zaman Çin setleri yıkılmış olacaktır. O zaman örgütlere göre değil, bambaşka sorunlara göre, örgütleri ortadan bölen bambaşka ayrım çizgileri ortaya çıkar.
Buna kimse yanaşmamaktadır. Sorun budur. Ama bu da olmadan bir parti olunamaz.
Bu çok basit ve sade gerçek unutmak ve unutturulmak istenerek burada her şey saçmalığa mahkum edilmekte ve bizim “Şey” demek zorunda kaldığımız “Şey” ortaya çıkmaktadır.
Ama sizi bu durum değil, bunun söylenmesi rahatsız ediyor.
Çok ayrı diller konuşuyoruz.
18 Ağustos 2009 Salı
Demir Küçükaydın
(Yazının Devamı buraya sığmadı Boğumdan okunabilir. Şu adreste:
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2018/08/demirtasn-hdpye-elestirisi-hdpnin.html
Hi! I am a robot. I just upvoted you! I found similar content that readers might be interested in:
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2012/05/elestiri-ykc-olmaldr.html
Downvoting a post can decrease pending rewards and make it less visible. Common reasons:
Submit
Congratulations @demiraltona! You have received a personal award!
1 Year on Steemit
Click on the badge to view your Board of Honor.
Do not miss the last post from @steemitboard:
Downvoting a post can decrease pending rewards and make it less visible. Common reasons:
Submit