Değerli arkadaşım Nabi Kımran’ın 17 Ağustos 1999 İzmit depreminde bir hapishanede bir devrimci olarak yaşadıklarını anlattığı “Gazete Duvar”da yayınlanmış bu yazı, “somut şartların somut tahlili” ile, böyle kırılma noktalarında “normal” zamanlardaki paradigmaların ve önceliklerin ne kadar kökten ve hızlı değişeceğini somut olarak gösteriyor.
Bir depremde bir hapishanenin yıkıntıları arasında, çaresiz insanların hayatını korumak söz konusu olduğunda, devrimcilerin can düşmanlarıyla birle iş birliği yapmaktan, en azından bir ateşkes yapmaktan, kendilerinin yeminli düşmanı faşistleri ve Mafia çetelerinin bile canını kurtarmaktan, kendi haklarından feragat etmekten çekinmediğinin somut örnekleriyle dolu. Tam da bunun için can düşmanlarının bile saygısını kazanıyorlar.
Hapisteki devrimciler bunu oturup. somut şartların somut tahlili budur, bu durumda bunu önceliğe almamız gerekir diye tartışmadılar. Yılların bir devrimci olarak içlerine işlemiş hümanizmi ile tıpkı bir araba süren insanın bilinçsizce, tıpkı bir şoförün otomatik hareketlerle debriyaja basıp vites değiştirmesi gibi, adeta içgüdüsel olarak yaptılar.
Bugün dünya ve Türkiye tıpkı Depremi hapishanede karşılamış mahkumlar gibi ama maalesef hem böyle insancıllığı içselleştirmiş anın acil görevlerine içgüdüsel olarak uygun tepkiler veren devrimciler ve örgütler yok.
Hikayedekinden farklı olan henaz depremin olmaması. Ama büyük bir depremin öncü sarsıntıları duyuluyor.
Büyük bir deprem geliyor, bir can pazarı geliyor, bu durumda acil olarak ne yapmak neler önermek gerekir diye soran bile yok.
Hatta aksine insanlar gelenin korkunçluğunu anlamak ve kabullenmek istemiyor.
Deprem öncesinin Türkiye ve dünyasında, deprem sonrasının örgütlü ve bilinçli kendi öz örgütlenmeleri olan halkı bile yok. Örneğin bile bile salgının kucağına atılan mahkumların tüm ülke çapındaki hapishaneleri kapsayan bir açlık grevi bile yok.
Depremden sonra Devrimciler hapishanenin örgütlü ve bilinçli halkı onlarak, kendi öz örgütlenmeleriyle, “askeri komünizm” uygulayarak eldeki kaynakları kendi öz eşitçe bölüşüyorlar.
Bugün böyle bir öz örgütlenmeyle, adeta ikili iktidar organı olarak ortaya çıkacak organlarıyla var olan devletin yapmadığını yaparak canları kurtarabilecek, var olan devletin ne kadar asalak bir ur olduğunu gösterecek ne bir örgütlülük var, ne 200 yıllık işçi ve sosyalist mücadelelerin derslerini ne “geçiş taleplerini” bilenler var, ne Lenin’in “Yaklaşan Felaket ve Kurtulma Çareleri” yazısını okumuş ve üzerine düşünüp sonuçlar çıkarmış yeni devrimci kuşaklar var.
Bugün yığınlar böylesine korkmuş, dağılmış, tek tanrılı dinlerin binlerce yılda oluşturduğu, kapitalizm öncesinden kalma değerleri bile yitirmiş, en azından devlete içgüdüsel bir güvensizlik ve düşmanlık duyma gibi tüm olumlu özelliklerini yitirmiş, Kapitalizm öncesi şark despotluklarının günümüzdeki uzantısı devletin gücünün hayranı olmuşlar. Bu kamburun üstüne bir de kapitalizmin her şeyi parayla ölçülen bir metaya çevirmiş değerleri ile yoğrulmuşlar.
Ve onun kendini örgütlemesinin öncüsü olabilecek, tıpkı ılımış süte katılarak onu yoğurt yapmaya yarayacak bir maya gibi, katalizör rolü görebilecek bir kaşık yoğurt bile yok.
Öte yandan bu yığınlar ancak kendi deneyleriyle öğrenirler.
Bu çıkmazdan kurtulmak ama aynı zamanda “Korona Hapishanesi”nde olanca insanın canının kurtarılması için ne yapmak ne önermek gerekir politik olarak?
Böyle bir durumda ilk yapılacak iş, paradigmanın değiştiğini görmektir.
Onu göre somut öneriler getirmektir. Bunlar belki çoğuna ilk elde saçma gibi görünebilir. Ama bir toplumsal örgütlenmeyi, bir değişimi, yitirilmiş güveni kazanmanın başka çaresi yoktur.
Şu paradoks bile kimseyi uyandırmamaktadır. Aslında özgürlüklerin son kalıntılarını yok etmek ve sokağa çıkma yasağı uygulamak için hiçbir büyük bahane aramayacak olan bu hükümet, bunu uygulamamak için bir dereden su getiriyor. Devlete zerreve güvenmeyen devletin düymanı, hele özgürlüklerin kısıtlanmasının en keskin muhalifleri ya da bilim adamları acil sokağa çıkma yasakları istiyor. Her ülkede böyle bu.
Çünkü bir tarafta insan hayatına değer vermek, diğer tarafta da karı ve gücü koruma esas yönlendirici. Yani “İnsan mı ekonomi mi?”
Bu rollerin yer değiştirmişliği bile demokratik muhalefeti uyandırmaya, bu durumu kavrayarak somut önerilerle bu durumu demokrasi mücadelesine güç kazandırmak için değerlendirmeye yetmiyor.
Önderlik demek öngörü demektir. Öngörü yetmez, kararlıca ve enerjiyle davranıp ön görünün gerektirdiği kararları organ kararıyla birleştirip uygulamak gerekir.
Sadece öngörü değil, en küçük tutamak olabilecek bir organ da yok.
İşte biz bu nedenlerle acil olarak sokağa çıkma yasağı diyoruz. Muhalefet partileri ikinci bir meclis gibi harekete geçebilir ve Hükümetin cinayetine karşı öz savunma çağrısı yapabilir diyoruz.
Bu meclis, tüm ordu, polis ve diğer memurları, evlerine kapatılmış halkın iaşe ve ibadesini, ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendirsin diyoruz.
Derhal zamanı durdursun, bütün ödemeleri, borçları, alacakları dondursun ve o andan itibaren tüm yurttaşlara var olan kaynakları eşit olarak dağıtabilmek için, aynı zamanda tüketim sınırı da olacak bir geliri versin diyoruz.
Başka hiçbir şey hem korkunç ölümleri hem de ekonomik korkunç bir çöküşü engelleyemez diyoruz.
Bunlarla başlansın halkın örgütlenmesi, “durumun normale dönmesi” için neler yapılacağı için tartışma yapabilmek ve kararlar alabilmek için zaman kazanılsın diyoruz.
Sadece bu öneriler bile bu örgütsüz dağınık, toparlanmasını sağlayacak bir parçacık mayadan bile yoksun halkın önüne bir perspektif koyabilir diyoruz.
Başka bir somut önerisi olan var mı bu koşullarda hükümetin programının karşısına yaklaşan felaketi önlemek işlevi görebilecek ve ezilenleri ezenlerle, yoksulu zenginlerle en azından kısa bir zaman için, “zamanın durdurulduğu” süre için, korona kadar eşit kılacak “askeri komünizm” öneriyoruz.
Sokağa çıkma yasağı kaçınılmazdır. Sorun:
- Bunu sosyalistlerin, demokratların ve genel olarak muhalefetin ve “önce insan” diyenlerin mi somut bir paket ile halka önereceği ve bir girişimde bulunacağı,
- hükümetin mi olayların zorlamasıyla ilan edip ölümleri gizlemek ve tepkileri bastırmak için mi kullanacağı (“önce karlar”)
- ya da ordunun mu yapacağıdır. (“önce devlet ve millet”)
Şu koşullarda maalesef bundan daha iyisi yok ya da aklımıza gelmediği için bunu öneriyoruz.
Bizzat bu öngörü ve uyarılardan ve çağrılardan hareketle, giderek sistemin karşısına halkın örgütlenmesini çıkarmak için belki güven oluşturulabilir diyoruz.
26 Mart 2020 Perşembe
Demir Küçükaydın
Nabi Kımran’ın görmesini bilen için derslerle dolu hikayesini okumanızı öneririm.
Korona hapishanesi
Nabi Kımran
Bu bir devlet, ideoloji, soysuzluk ve asalet yazısıdır; korona günleri yazısı olarak da okunabilir.
17 Ağustos 1999. Sabaha karşı saat üç. Sakarya Hapishanesi 2. Koğuş.
Bir kabusun ortasındayız sanki. Gözlerimizi yumup kabusa dönmek istiyoruz ama okyanusta fırtınaya tutulmuş sandal misali sallanıp duran koğuş, kırılan camlar, devrilen ranzalar, kibrit çöpü gibi savrulan arkadaşların haykırışları izin vermiyor: Deprem!
Beş dakika içinde atlatıyoruz şoku. İlk iş kapıları kıramayan koğuşları kısıldıkları kapandan kurtarmak. Murat Dil (sonraları kansere yakalandı, hapishaneden götürülüp hastaneye yatırıldıktan birkaç gün sonra da aramızdan ayrıldı), Hıdır, Cemal kapı patlatmada uzman sayılırlar. El kadar demirle hemencecik hallediliyor bu iş. Ardından 19. ve 20. koğuşlardaki kadın arkadaşların kapıları patlatılıyor. 3, 4 ve diğer koğuşlar kendi işlerini kendileri görüyorlar.
Bu hengame sürerken silahlar patlamaya başlıyor. Yüzlerce mermi, uzun tarakkaların izi gökyüzüne yükseliyor, çatıdan kopan kiremit parçaları üzerimize yağıyor: Devletimiz iş başında; “Duvarlarda bir çatlak bulup kaçmaya kalkışmayın” diyor, “yoksa depremin yarım bıraktığını G-3 mermileri tamamlar”. Nihayet kapı patlatma işlemleri sona eriyor. Hapishane elimizde. İdareden eser yok, çoktan kirişi kırmışlar. Hasar inanılmaz. Akordiyon gibi açılmış yaşlı bina, üst maltadaki (koridor) derin çatlaklardan alt kat görünüyor, üzerinden atlayarak yürüyoruz. Yarılan duvarlardan koğuşların içleri, havalandırmalar görünüyor. Ranzaların üzerine tırmanıp dışarıya baktığımızda mahallenin yerle bir olduğunu görüyoruz, komşularımız öldüler. Hapishanedekiler kaçmasın diye muhkem binalar inşa eden “devlet aklı”, mahallenin yıkıntıları arasında acı bir ironi gibi yükseliyor. “Bu derme çatma müteahhit düzeni sona ersin” diyenler muhkem hapishanede hasbelkader sağ kalırken, çürük zemine malzemeden çalınarak inşa edilen Sakarya yerle bir olmuş durumda…
Nispeten sağlam bir yer arayışımız 4. koğuşun havalandırmasında son buluyor, bütün siyasi tutsaklar oraya toplanıyor.
Bu arada Susurluk’la bağlantılı Hadi Bilmemne çetesinin elemanlarını da arkadaşlarımız çıkarıyor kilitli kaldıkları koğuşlardan. İdare tarafından kışkırtılıp üzerimize salınan tosuncuklar süt dökmüş kedi gibi, ağdalı teşekkürler ediyorlar. Fidan (Kalşen) hemşire ayrım gözetmeden adlileri, faşistleri ve bizimkileri tedavi ediyor. O gün canla başla koşturan bu hayat dolu genç kadının 19 Aralık 2000’de, adına “Hayata Dönüş” denen katliamda Çanakkale Hapishanesi’nde bedenini ateşe vereceğini nereden bilebilirdik? Tıpkı Uşak Hapishanesi’ne gönderilen Fidan’ın koğuş arkadaşlarının 19 Aralık’ta, depremde kurtardığımız türden faşist-dinci-mafyöz-lümpen; ezcümle devletin “makbul mahkumları” tarafından linç edileceklerini bilemeyeceğimiz gibi.
Roller tersine dönmüş: Bizler, içerideki tutsaklar, firardaki idareyi arıyoruz fellik fellik. Yoklar! Sanki yer yarılmış içine girmişler. Müdürün odası dış bahçeye bakıyor. Pencereden bağırıyoruz. Sonunda idarenin üç büyüğü, Müdür, Savcı ve Komutan geliyor pencerenin önüne. İki asker ölmüş, devrilen kule biçmiş askerleri. “Çatıyı çok güzel taradınız, ruhumuz güvenle doldu” demek geliyor içimden, vazgeçiyorum. “Başınız sağ olsun” diyorum. Hayat hem hiç olamayacağı kadar keskin renklere ayrılıyor böylesi anlarda, tıpkı karşılıklı siperlerde mevzilenenler gibi, hem de kısa ateşkes anları oluyor. Kulenin biçtiği o ölü gençler etimize kelepçeyi gömen askerler olmaktan çıkıyorlar bir anlığına, anacıklarının dizlerini döverek yaslarını tuttukları çocuklara dönüşüyorlar. Başsağlığı dileğimiz hilesiz hurdasız, anın ağırlığıyla yüklü.
Dolaşmaya devam ediyoruz hapishanede. Adli koğuşlardaki ağır koku öğürtülerle dışarı kaçmamıza yolaçıyor. Şimdi anlıyoruz sayım almaya gelen gardiyanların sık sık, “anarşiksiniz ama koğuşlarınız temiz Allah için” sözlerinin ne anlama geldiğini. Örgütlülük ve ideoloji kaynaklı hayat tarzımızın temizlik-sağlık demek olduğunu söylesem yeni bir “ideolojik” suç mu işlemiş olurum, kestiremedim.
- Koğuş havalandırmasında toplanan “örgütler halkının” hapishanede kafasına göre dolaşması yasak. Böyle bir curcunaya izin vermek, bir artçı sarsıntıda onlarca insanın ölümüne davetiye çıkarır, zaten artçıya gerek yok, hapishane yük taşıyamayacak kadar “yorgun”. Yalnızca temsilcilerin ve görevli devrimcilerin dolaşma hakkı var; o da ikişer kişiyle ve belirli kurallarla sınırlanmış durumda. Lafı dolandırmayalım, “savaş komünizmi” zamanındayız. Tüm bu kararlar hepi topu yarım saatlik Konsey (Örgütlerin temsilcilerinden oluşur) toplantısında alındı, sonra deklare edildi ve hiçbir itiraz, tartışma vs. olmadı. Oylama, oydaşma, foruma izin vermiyor durumun nezaketi ve bu işlere onca meraklı devrimciler yeni duruma bir saat içinde uyum sağlayabiliyor, başka çare de yok zaten. Eldeki malzemenin, yiyecek-içecek, battaniyenin, sigara stokunun, ilaçların değerlendirilmesi, hasta ve yaralıların bakımı gönüllülerden oluşan çok sayıda komite ve görevliye emanet ediliyor dakikalar içinde. Başka sözcüklerle örgütlülük hayat kurtarıyor.
Fakülte yıllarından arkadaşım Seyit Ali Uğur ile dolaşıyoruz, ikimiz iki ayrı örgütün temsilcileriyiz. Sanki 1980’lerin ortasında İ.Ü. Edebiyat’ın meşhur Hergele Meydanı’nda başlayan voltamız, olanca doğallığıyla buraya, Sakarya Hapishanesi’nin havalandırmasına varmış gibi; içeri girsek İktisat’ın çay ocağında Kır-Şehir mevzuundaki tartışmamıza kaldığımız yerden devam edebilirmişiz gibi geliyor bana.
Ve sonunda Sakarya Hapishane gemisinin en fazla su aldığı bölümüne varıyoruz: Adli kadınlar koğuşu. Dehşete düşüyoruz Seydo ile, asıl felaket burada. Koğuşun bir kısmı göçmüş, havalandırma duvarı yıkıldı yıkılacak. Bir köşeye toplanmış kadınlar, çocuklar ağlaşıp duruyorlar. “Devrimci abiler, abe çıkarın bizi buradan” diye ellerimize sarılıyorlar. Manzara isyan ettirici. Hışımla Müdür odasının penceresinden bağırıyoruz. “Müdür, Müdüür!” Devletin üçlü tepesi, müdür, savcı, komutan sokuluyorlar. “Adli kadınlar koğuşunu derhal boşaltın, yoksa ilk artçıda katil olacaksınız!” Bir köşeye çekilip fısır fısır konuşuyorlar. “Olmaz.” “Neden!?” “Onları çıkarırsak sizi de çıkarmak zorundayız, sizin güvenliğinizi alamayız biz bahçede.” Israrımız üzerine bir ara formül öneriyorlar: “Onların çıkarılması nedeniyle siz de aynı talepte bulunmazsanız, adli kadınları bahçeye alabiliriz.” Tereddütsüz kabul diyoruz Seydo ile, sonra on dakika süre istiyoruz: Buna kendi başımıza karar veremeyiz, Konsey kararı, hatta tüm kitlenin onayı gerekiyor. Tek bir itiraz gelmiyor ve on dakika sonra kadınlara, “toplanın gidiyorsunuz” müjdesini veriyoruz. Çoluk çocuk boynumuza sarılıyor, “yaşasın teröriz abiler” diyerek. “Terörist değil, devrimciyiz” diyoruz, “(h)epsi bir abi, biz de teröriziz bundan sonra” diyerek güle oynaya koşuşuyorlar bahçeye.
Seydo ile turlarımıza devam ediyoruz. Alt kattan uğultular, bağırtılar, hatta böğürtüler geliyor. Merdiven başına geldiğimizde küçük dilimizi yutacağız neredeyse: Aşağıda yağma var! İdarenin kiler olarak kulladığı dar, uzun bir bölümün kapısını patlatmış adliler, malzemeyi kapışmak için dövüşüyorlar. Un, şeker çuvalları patlamış, yumurtalar kırılmış, birisi altta kalanın kafasını un yığınına bastırırken elindeki sucuk kangalını kapmaya çalışıyor! Bir karton Marlboro kapan diğeri, pis bir sırıtışla kalabalıktan sıyrılmaya çalışıyor! Diğeri kenarda çikolata tıkınıyor. Bağırış çağırış, küfürler, akla ziyan bir kıyamet tablosu… Kapı altından kel 2. Müdür görünüyor. İdarenin depremden sonra ilk ve son görünüşü bu hapishanede. Bu kel müdür, resmi unvanının ötesinde bir derinlikle yüklü görünürdü gözümüze, şu anda da rolünü oynuyor. Hışım gibi gelip bas bas bağırıyor: “Yazıklar olsun size! Bir de milliyetçiyim, müslümanım, vatanseverim diyorsunuz kendinize, teröristler kadar olamadınız!” Curcuna zınk diye kesiliyor; müdürün sözlerinden değil, merdiven başında bizi fark etmelerinden. Bize arkası dönük müdür, yağmacı ahalinin baktığı yöne kafasını çevirince bizi görüyor. “Ehemm, şey, kem küm…” “İşinize bakın” deyip başbaşa bırakıyoruz tosuncuklarla şeflerini. Yine de içimiz burkuluyor, sessizliğe gömülüyoruz. Görüneni aşan, karanlık bir varoluşsal anlam deryasının derinliğinde boğuluyoruz sanki: Yüzünde çarpılmış bir gülüşle sucuk kangalını, Marlboro kutusunu kurtarmaya çalışan, üstü başı una, şekere, yumurtaya bulanmış bu insanların üzerine beş dakika sonra bina çökebilir ve varacakları eşek cennetinde sucuk ızgara yapıp, Marlboro tüttürebilirlerdi! Ve bu kuvvetli olasılık yağmadan vazgeçirmiyordu insan denilen mahlukatı – haşa mahlukattan… Sonraki günlerde karaborsa başladı hapishanede: Marlboro, sucuk, Nestle çikolata bilmemkaç papel! Bulunduğumuz havalandırmaya rüşvet kabilinden Marlboro attı sübyanlar, geri fırlattık, “yapmayın karaborsa, ihtiyacı olana verin” dedik. “Size bedava abi, burdakilere olmaz” deyip, gülüşerek uzaklaştılar. Bizi sevenler vardı içlerinde muhakkak, hele bu felaket anında yaptıklarımızdan sonra; ama asıl neden otorite kim ise onunla iyi geçinme refleksiydi. Coğrafyamız insanına devlet-nizam dersinde adeta yaşama içgüdüsü olarak öğretilen, iliklerine işleyen o refleks, şimdi devrimcilerle iyi geçinmelerini söylüyordu yağmacılara; çünkü bu deprem günlerinde hapishanede otorite el değiştirmiş, devrimciler iktidara gelmişti.
Tam üç gece dört gün bekledik bu yıkıntının içinde. Bize yemek getirmeyi bile unuttu idare, ikinci gün bakraçlarla kapıya bıraktıkları yemeği almadık. İçimiz almadı, tiksinti, öğürtü çağrışımlıydı kapıdaki bakraçlar. Peynir, ekmek, zulamızda ne varsa idare ettik. Hevaller iki gün erteledikleri etkinliği gerçekleştiremediler ama yaptıkları poğaça, börekleri dağıttılar hapishanede. Soğukhava deposunu gayet nizami şekilde patlatarak -dört görevli yetmişti bu iş için- kamulaştırdıkları sığır butunu yemek için davet ettiler 4. Koğuştaki ahaliyi. Dışarıdan nasıl görünür bilmem, hapishanelerde devrimci örgütler arasında gına getiren protokol kuralları işler, hepsi bir yana itildi o günlerde. Temsilciler, “ileri gelenler” değil, en fazla ihtiyacı olanlar gönderildi hevallerin yemek davetine.
Dördüncü günün sabahı düzenli, kendinden emin, gururlu bir şekilde terkettik Sakarya yıkıntısını. O yıkıntının altında, tam da 4. Koğuşta aylardır kazdığımız tünelimizi, özgürlük düşümüzü bıraktık arkamızda. Ve o gün bir çok arkadaşımızla son kez sarılıp vedalaştığımızı bilmiyorduk…
21 yıl sonra bugün yeni bir felaketin içinde, küresel korona hapishanesinin hücrelerinde milyarlarca insanla birlikte gün sayıyoruz. Yeni bir kabusun ortasındayız ve ne kadar birbirine benziyor kabuslarımız. Renkler, şekiller, zamanlar, sesler, her şey birbirine karışıyor. Kel müdür “ayıp değil mi” diye çıkışıyor milliyetçi-mukeddesatçı tosuncuklara, Süleyman Soylu sürdürüyor sözü: “Maske stoku yapmaya devam ederseniz fabrikalarına el koymak zorunda kalırız, ayıp değil mi?” Ne ayıbı yahu, şimdi ihtiyarları linç etmenin tam zamanı, poşetle su atalım balkonlardan üzerilerine, hadi durmayın! Yaşlı bir kadın otobüse alınmıyor, asfalta yuvarlanıyor boylu boyunca. Zonguldak galiba burası. Hayır hayır, Sakarya Hapishanesi’nin önü, o kadın da annem, faşist bir güruh tarafından yanındaki diğer ihtiyarlar, çocuklar, kadınlarla birlikte linç edilmiş. Kalçası kırılmış, bayılmış yatıyor asfaltta. (Annem Hacer Kımran Sakarya Hapishanesi’nin önünde linç edilip kalçası kırıldığında 65 yaşındaydı.) “Evden çıkmayın, kendi OHAL’inizi ilan edin” denilenler, “kira ne olacak, eve ekmek nasıl gelecek” diye sorduklarında “Orası bizi ilgilendirmez, varoş olmayın, bilinçlenin biraz” diye paylanıyor. “Evde, mutfakta yangın var, ne yapacağız?” diyenlere Çiller yanıt veriyor, “Otelin önündeki vatandaşlarımızın kılına zarar gelmemiştir”. Otelde yananların payına -kader, kısmet- yanmak düşmüştür, dışarıdakiler ise sağlam, öyleyse herkes dağılabilir. Hem bu mesleğin fıtratında var kuyulara gömülüp kalmak, grizularda yanmak, fıtrata karşı gelinmez; gelenin hakkıdır devletimizin tekmesi. Halit Narin derinlerden, “şimdi gülme sırası bizde” diyor, sözü Erdoğan tamamlıyor: “Yüzün gülüyor Rıfat.” Evet evet gülmekten katılacağız bu korona günlerinde, konut kredileri son derece elverişli hale geldi, tam zamanı. Yağmanın ortasında gürbüz bir mavi yakalı, yaşlı kadını itip kurtarıyor koca bir paketi, zafer bayrağı gibi dalgalanıyor kalabalığın üzerinde tuvalet kağıdı. Üstelik devir yatırım devri, Kürt illerinde kayyım virüsü hızla yayılarak terörün kökünü kurutuyor, yatırım yapmayıp da ne yapacaksınız bu huzur ve güven ortamında? Bak adam İzmir’de sahte can yeleği işine girmiş, paraya para demiyor. “Eyyy Avrupa! Siz Aylan bebeği bilir misiniizz!???” “O halde para gönderin, salmayalım üstünüze Aylan bebeğin akrabayı taallukatını!”
Fakat o da ne? Dünyamızın birlik ve beraberliğini bozan sesler geliyor bir yerlerden. Çav Bella marşı mı bu? Ne lüzumu var bu kökü dışarıda marşların, mehter, mehteer, veerrr mehterii! Genç, güzel bir kadın yürüyor Sakarya Hapishanesi’nin maltasında, 2. Koğuşun kapısına bir karton iliştiriyor: “İçeride mahsur kaldıysanız, koğuş kapılarınız itinayla patlatılır: Müracaat 7 numara.” Kim yazıyor bu saçmalıkları!? En iyisi yazının sonuna bakmak. Ohoo bi sürü bölücü, yıkıcı, KHK’lı bilmemne: Murat Sevinç, Nagehan Tokdoğan, Hürrem Sönmez, Fikret Başkaya, uzayıp giden bir liste… Halbuki ben yazdım sanıyordum. “Ben yazdım” diye bağırıyor biri, öbürü, “hayır ben” diye sürdürüyor. Bir havalandırma dolusu insan, bir filikaya doluşmuş milyarlarca insan “ben yazdım” diye haykırıyor, kalantor yolcularıyla uzaklaşan transatlantiğe karşı. Sintinelerinden ölüm, bacalarından zehir kusan transatlantiğin önünü kesiyor bayraklarında “eşitlik, özgürlük, dayanışma, adalet, kainata saygı” yazan filikalar. Amansız bir kavga olacak belli: Ya bu kabus hapishanesini yıkacağız ya da türümüz bir kabusun içinde yok olup gidecek!
- Firari Kahkahalar (Kalkedon Yay. 2010) adlı kitap çalışmamda deprem gününün daha geniş bir anlatımı bulunabilir. (N.K.)