“İnsan çıkarlarına aykırı olursa matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olur” diye bir söz vardır.
Bu, Marksizm’in, yani biricik Toplum Bilimi ya da biricik sosyolojinin doğum çığlığı olan önermenin, yani düşüncenin varlığı değil, varlığın düşünceyi belirlediği önermesinin değişik ve mantık sonuçlarına varmış bir ifadesidir. Akli argümanların ve aklın toplumu yönlendirdiği şeklindeki burjuva rasyonalizminin panzehiridir. Toplumun hareketini ve evrimini, akıl ya da akli argümanlar değil, sosyolojinin konusu olan toplumsal güçler yönlendirir ve bu güçlerin kaynağı toplumun üretici güçlerinde, üretim ilişkilerindedir.
Varlık, yani toplumsal konum ve çıkarlar Düşünceyi (yani İdeolojiyi) belirliyorsa, elbette bu konumu ve çıkarı savunmak için her türlü anlam kaymaları, kavramların anlamını ve içeriğini çarpıtmalar, olmamışı olmuş, olmuşu olmamış, önemliyi önemsiz önemsizi önemli gibi göstermeler, tarihi tahrif etmeler, çıkarlar ışığında yorumlamalar, yeniden yazmalar vs. gırla gidecektir, gitmiştir ve gidiyor.
“Gerçek Devrimcidir” sözünün müthiş yıkıcı ve devrimci anlamı da burada gizlidir. Sadece kaybedecek şeyi olmayanlar, gerçekten radikal ve devrimci olanlar gerçeğin bu binbir türlü çarpıtılmasından çıkarlı değildirler ve bu çarpıtılmalara karşı mücadele etmek zorundadırlar.
Bu çarpıtmaların son derece tipik bir örneğini Mehdi ve/veya Mesih tartışmalaında görüyoruz.
Mehdi veya Mesih, tarih boyunca, yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda, ezilen sınıfların, (esas olarak köylülerin, esnaf ve zanaatkarların, yani emekçilerin) inancı olarak eşitlikçi ve adil bir dünyanın ütopyasının kurucu sembolü olagelmiştir.
Hemen hemen bütün köylü isyanları, isyancı ve muhalif tarikatler Mehdi (Mesih) inancına dayanmışlardır.
Ancak her zaman olduğu gibi egemen sınıflar da, (kapitalizme kadar “egemen sınıf” ki özünde artı ürüne el koyan Devlet ve onu oluşturan sınıflardır, yani kısaca Şark despotluğudur, onu sembolize edenh Firavun ve Nemrut’tur) devrimci, yıkıcı ve isyankar bu kavramı ve anlayışı değiştirerek, içini boşaltarak kendi çıkarlarının aracı olarak kullanmışlardır.
Örneğin Pers uygarlık alanı İslam, daha doğrusu İslam ile gençlik aşısı almış Mesopotamya ve Mısır uygarlıkları ve devletleri (Emeviler) tarafından feth edildiğinde, binlerce yıllık İran devleti ve onun en güçlü aracı olan Rahipler, din adamı diye bir kurum tanımayan ve Müslüman olmayı bütünüyle kişinin Allah’ın varlığını kabule indirgeyen ve bu anlamda müthiş devrimci olan İslam’ı, kendi varlık ve egemenliklerini sürdürmeye hizmet edebilecek şekilde yeniden tanımlarken ezilenlerin Mehdi inancını kendi varlık ve egemenliklerinin bir aracına dönüştürdüler ve buna dayanarak da Mehdi gelinceye kadar işleri yönetmek ve toplumun sorunlarını çözmek üzere bir rahipler kastının (Ayetullahlar) varlığını meşrulaştırmanın aracı olarak kullandılar. Böylece binlerce yıllık Mecusi (Zerdüşt) rahipleri İslam Şiiliğinin Ayetullahlarına dönüşerek varlık ve egemenliklerini sürdürdüler.
Şiilik Pers uygarlığının ve devlet geleneğinin feth ettiği İslamın, (Sünnilik de Mezepotamya ve Mısır uygarlığının ve devlet geleneğinin feth ettiği ve bunlar tarafından feth edilen İslam’dan başka bir şey değildir) adıdır.
Devrimci ve yıkıcı anlamıyla Mesih ve Mehdi inancı esas olarak kır ve şehir emekçilerine (köylülere, esnaf ve zanaatkarlara) dayanan muhalif mezhep tarikatların gözeneklerinde yaşamış ve büyük bunalım dönemlerinde “huruç eylemek” için sırasını beklemiştir. Bu nedenle örneğin adeta neolitik köy komünü ilişkilerinde yaşayan Alevi köylüsünün Mehdi beklentisi ile Şii ve Sünni din adamlarının Mehdi ideolojileri çok farklıdır ve bu özleri itibariyle bu Mehdiler karşı saflarda yer alırlar.
Ezenlerin ve Şark devletlerinin tüm kendi amaçları için kullanma çabalarına rağmen yeryüzünde adil ve eşitlikçi bir düzen kuracak Mehdi veya mesih fikrinin ve kavramının müthiş devrimci ve yıkıcı bir potansiyeli vardır ve iğdiş etme çabalarına rağmen yok edilememiştir.
Modern sosyalist hareket de özünde bu kavrayışa dayanır.
Sosyalist hareketin ideali olarn yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi ve adil bir Sosyalizm-Komünizm ideali aslında son duruşmada, Mesih’in kuracağı bin yıllık adil ve eşitlikçi düzen fikrinin modern bir versiyonundan başka bir şey değildir.
Temelde böyle bir gelenek olmasaydı, böyle bir modern tasavvur da var olamazdı. Modern sosyalizmin Mehdi/Mesih’i Proletaryadır. Mehdi tasavvru olmasaydı bir Proletarya tasavvuru da olamazdı.
Aslında Mesih ve Mehdi inancı, son derece devrimci, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi boyunca, her türlü ezilen sınıflar isyanına katalizatörlük etmiş, bu isyancı geleneğin yaşamasını sağlamıştır.
Ve bu inanç esas olarak, tek tanrılı dinlere beşik olmuş orta doğu ve daha genişlemiş biçimiyle İran ve Akdeniz uygarlığının emekçilerinin bir kazancı olagelmiştir. Bu kazancın ne anlama geldiği Hint ve Çin uygarlıklarının ve o uygarlıklara has dinlerin temel varsayımlarıyla kıyaslama içinde görülebilir.
Bir Hindu dininde (Brahmanizm) Mehdi inancı var olamazdı. Hint alt kıtasını feth eden Aryenlerin kurduğu sistem, bir süre sonra kast sistemine dönüşmüştü. Ve egemen kastlar öyle bir ideolojik sistem kurmuştu ki, buna göre, herkes öldükten sonra başka bir kasttan insan veya başka bir canlı olarak tekrar dünyaya gelebiliyordu.
Bu anlayış ister istemez bu dünyada bir eşitlikçi düzen fikrini ve ütopyasını dışlayıp, herkesin kişisel olarak dünyaya diğer gelişlerinde kurtulması gibi bir anlayışı besliyordu. Bu anlayışın egemen olduğu bir dünyada veya uygarlıkta ezilenlerin isyanına katalizatörlük edecek, yeryüzünde bin yıllık bir eşitlik ve adalet düzeni kuracak bir tasavvur, bir ütopya ve bir Mehdi inancı soluk alacak en küçük bir delik bulamaz ve bulamamıştır da. Çünkü toplumsal düzenin değişebilip adil bir düzen olabileceğine dair bir tasavvurun varlık koşulu yoktur kast sisteminin içinde.
Bu sistem öylesine güçlüdür ki, aslında Kast sistemini yok etmek için var olan Allah bile, Hindistan’ı feth ettiğinde bu sistemi yıkamamış, Allah da bu kast sisteminin dışında ama tıpkı Dokunulmaz paryaların da kastların dışında ama fiilen bir kast olması gibi, Hint alt kıtasında bir Müslüman kastının tanrısına dönüşmüştür.
Böylesine kastların yerleştiği bir dünyada, eşitlikçi ve adil bir düzen düşüncesi ve böyle bir düzeni getirecek egemenleri (Deccal) yok edecek bir Mehdi/Mesih düşüncesi var olamazdı, dolayısıyla bu temel kavrayışı modern toplumun gidişinde temellendirecek bir Marks çıkamazdı.
Budizm’de ise durum daha da kötüdür. Budizm Hinduizm’e karşı bir direniş ve muhalefet hareketi olarak Hindistan’da doğmuştur.
Buda’nın hayatı, kast sistemi karşısında bir çıkış arayışının, sonunda çıkışı bireysel bir kurtuluşta aramasıyla sonuçlandığını gösterir. Budizm, Kast sisteminin değiştirilemezliğini kabul ile sonuçlanan bütün bu fiili teslimiyetine rağmen, doğduğu Hindistan’da bile yaşayamamış ve tutunamamıştır.
Budizm ancak Asya’nın daha az uygarlığa bulaşmış, Hindistan kadar kast sistemi içinde taşlaşmamış bölgelerinde yaşama olanağı bulmuştur. Bu nedenle, hindiçini, Japonya, Himalayaların zirveleri budizmin sığındığı yerler olabilmiştir.
Ama o durumda bile adil bir toplumsal düzene yönelik bir ütopyası olan Mesih inancını değil, yeryüzünde adaletsizliği veri ve değişmez kabul ederek bunun içinde daha katlanılabilir ve daha acısız bir yaşamdan fazlasını önerememiştir. Bu niteliğiyle de özellikle ezilenlerin ciddi yenilgi ve teslimiyet dönemlerinde, bireysel kurtuluş arayan mezhep ve tarikatlara ilham kaynağı olmuştur.
Keza Çin ve Japonya’daki “savunma sporları” denen tarikatler de özünde sömürü ve baskıya karşı bir direniş fikrine dayanmalarına rağmen, adil ve eşitlikçi bir düzenin kurulabilirliği ve gerektiği fikrine uzak kalıp kişisel bir kurtuluş veya direnişin ötesine gidip bir toplumsal proje geliştirememişlerdir.
Ama Ortadoğu, Akdeniz İran uygarlık alanı, ortasındaki Akdeniz ile hem bir kıvrak ve suya dayanan uygarlık olmuş, hem de örneğin Hindistan gibi doğal (Himalayalar) veya Çin gibi doğal ve suni (Gobi Çölü, Himalayalar, Çin seddi) setlerle ayrılmamışlığı, dolayısıyla taşlaşamamışlığı nedeniyle, yani Kıvılcımlı’nın “Barbar akını” dediği ilkel sosyalizmin eşitlikçiliğini bir ölçüde olsun yaşatan toplumların akınları karşısında korumasız bir yol geçen hanı olması nedeniyle, Mezopotamya, Mısır, İran ve Akdeniz’in Şark despotlukları hiçbir zaman Çin ve Hindistan’taki gibi ezilenlerin isyan ve eşitlikçi bir toplum düşüncesini tamamen yok edememişlerdir.
İbni Haldun’un Birinci Batın (Kuşak) uygarlıklar dediği, Mezopotamya ve Mısır’ın Tunç’a dayanan nehir boyu uygarlıkları ve o uygarlıkların ortaya çıkardığı birer Şark despotluğu olan devletlerin sembolü olan Mezopotamya’nın Nemrut’u ve Mısır’ın Firavun’una karşı İbrahim ve Musa peygamberler ve Onların Allah’ı aslında Devletin ve Şark despotluğunun keyfiliğine, adaletsizliğine ve egemenliğine karşı onların keyfiliğini sınırlamanın bir aracıydı.
Onlara “sizden büyük Allah var” diyordu. Bu aynı zamanda ezilenlere Firavun ve Nemrutlara karşı bir isyan için, onlardan üstün bir Allah bayrağını bahşediyordu.
Ancak Allah, Firavun ve Nemrutlara, yana Şark despotluğuna ve devletine karşı yeryüzüne Peygamberlerini yolladıysa da bir süre sonra bu şark despotları Allah bayrağını ele geçirip, Allah’ı kendi hizmetlerine koşmanın bir yolunu buldular. Kendilerinin, Osmanlı padişahları gibi, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduklarını söyleyip, Allah’ı kendi egemenliklerinin bir aracına çevirmekte gecikmediler.
Onlar Allah’ı ele geçirince ezilenler eşitlikçi ve adil bir toplum idealini ve bunun mümkün olabilirliğine ilişkin temel varsayımı ve kabulü, Mesih ve Mehdi inancıyla yaşatmaya çalıştılar.
İlk tek tanrılı din gibi ilk Mesih de, sürgün ve kölelik içinde yaşayan Yahudilerin kurtulma umudunu ifadesiydi.
İlk tektanrılı din olan Musevilik, aslında bir kastın dinidir. Allah henüz tüm insanların Allah’ı değildir. Diğer tanrılara tapanlar karşısında sadece Musevilerin (Yahudierin) seçilmiş kavminin tanrısıdır. Allah’ın diğer tanrıları savaş açıp onları aynı tanrının kulluğunda en azından hukuken ve biçimsel olarak eşit kılabilmeyi akıl edebilmesi önce Roma İmparatorluğunun yayıldığı topraklardaki diğer tanrıları yok etmesiyle, yani İsa ve Hıristiyanlık ile ve daha sonra tüm uygrlık alanlarındaki insanları eşitlemek için tüm diğer Allahları ve din adamları kastlarını yok etmeyi hedefleyen İslam ile oluşmuştur.
Sanılanın aksine Allah düşüncesinin kendisi de tıpkı Mesih inancı gibi müthiş devrimci ve eşitleyicidir. Din sanılanın aksine tüm toplumlarda tüm toplumsal hayatı ve tüm toplumsal ve bireysel ilişkileri düzenler. Bu nedenle ayrı dinler birbiriyle evlenemez. Yani çok Allahlılık birbirinden su geçirmezce ayrılmış kastlar da demektir. Hindistan’daki çok tanrılılık ile kast sistemi birbiinden ayrılmaz. Allah’ın devrimci özü en iyi kast sistemi ve Hindistan’ın çok tanrılılığının kıyaslamasında görülebilir.
Allah bir kastın (Musevilerin) tanrısı olmaktan çıkıp, tüm insanları eşitleyen bir Allah olabilmek için, Yahudilerin bir kastın Allah’ı olan Allah’ı ile mücadele etmiştir.
İlk Hristiyanların, özellikle de Paulus’un Yahudilik içinde din adamları kastının egemenliği ve çürümüşlüğüne karşı, bir Mesihçi ve isyancı tarikat olarak doğan İsa’nın öğretisini, bir tarikat olmaktan çıkarıp bir dine dönüştürmesi aslında Allah’ın, bir Kast’ın tanrısı olmaktan çıkıp en azından Tüm Roma imparatorluğunun topraklarındaki insanların tanrısı olma mücadelesinde, tüm bu topraklarda yaşayan insanları eşitleme mücadelesinden başka bir şey değildir.
Bu bize şunu da gösterir tek tanrı inancı ile Mesih fikri birbiriyle bağlantılıdır. Tek tanrının olmadığı bir dünyada Mesih-Mehdi de olamazdı. Çünkü adil ve eşitlikçi toplumsal düzen fikri ancak kastlaşmamış bir toplumda (Yani tek tanrının egemen olduğu bir toplumda) yaşama ve var olma olanağı bulabilir.
Yahudilikte bir öte dünya yoktur. Cennet ölümden sonra değil, yeryüzüne atılmadan önce vardır. Geçmiştedir. Gelecekte ise Yeryüzünde bin yıllık adil ve eşitlikçi bir düzen olacaktır. Onu kuracak olan da Mesih’dir, Mehdi’dir.
Yahudiliğin bu temel varsayımı daha sonra bütün semitik dinlerde (Hıristiyanlık ve İslam) var olmaya devam etmiştir. Ama Musevilikte sadece kendilerini kurtaracak olan Mesih, sonra gelen evrensel Allah’ın egemenliğinde, esas olarak ezilenlerin partisinin bir dayanağı olmuştur.
Ne Türkiye’nin generalleri ne İran’ın mollaları ne de Arabistan’ın emirleri eski çağların egemenleri değildir. Onların kendileri ve sistemleri modernleşme metaforfozuna uğramıştır.
Modern ulus ve ulusçuluk düşüncesi bu eski çağların kalırtısı egemenlerin egemenliklerini sürdürmeleri için tam biçilmiş kaftandır. Politik olanı (Devleti) Şiilikle, Farslılıkla (İran) veya Türklükle ve Sünnilikle (Türkiye), Araplıkla veya İslam’ın uygun gelen bir yorumuyla (örneğin selefilikle) tanımlayıp, tanım dışında kalanları ezerek ve toplumu bölerek hem güçlü bir devlete ve hem kendi olmazsa olmazlığınıza toplumu ikna edebilirsiniz.
Bütün eski uygarlık beşiklerinde olan budur.
Bu nedenle de Uluslar, içinde eşitlikçilik mücadelesi verilecek tarafsız ortamlar değil, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken karşı-devrimci düzenlerdir. Çünkü yapıları gereği, ulusu bir dille, dinle vs. tanımlayarak eşitsizliği üretirler.
Burjuvazi Paris’in donsuzlarının devrimci ve eşitleyici aydınlanma kozmopolitliğine karşı bir dile, dine dayanan ulusçuluğu keşfetti ve bununla karşı devrimci biçimler içinde modern toplumsal sistemler kurmayı denedi ve başardı.
Onun bu başarısı aslında, ulusu ve ulusal devleti yıkılması ve kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir şey olarak tanımlayamayan ve var olan uluslar ve ulusal devletler içinde eşitlikçi ve adil toplumlar kurulabileceği hayalini yayan sosyalist ve marksistlerin emekleri, katkıları ve fedakarlıklarıyla başarıya ulaştı.
Marksistler ve sosyalistler kendi iddialarının aksine fiilen modern toplumun bu karşı devrimci biçimde yaeryüzüne yayılışının birer aracı oldular. Burjuvazi ve Şark despotlukları kalıntısı devletler biz sosyalist ve Marksist düşmanlarına karşı ne kadar minnettar olsalar azdır. Niyetlerimiz ve nesnel işlevimiz tamamen farklı idi.
Bu nedenle insanlığın bugün bulunduğu bunalımdan çıkabilmesi için sosyalistlerin ve Marksistlerin Ulusun ve Dinin ne olduğunu doğru dürüst anlamaları, birer ulusçu olmaktan çıkıp birer Demokrat’a ve İnsan’a dönüşmeleri, yani uluslara ve ulusçuluğa karşı savaşı en başa almaları gerekiyor.
Demokrat, ulusun bir dille, dinle, tarihle, ırkla, soyla tanımlanmasına karşı çıkandır.
İnsan, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddeden, ulusal olanın nasıl tanımlanırsa anımlansın kişisel olarak tanımlanması için mücadele edendir. Yani uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadele edendir.
Sosyalist ise, Ulusların ve ulusal devletlerin olmadığı bir dünyada sosyal eşitlik için mücadele edendir. Yni sosyalist olmak için önce Demokrat ve İnsan olmak gerekmektedir. Bugün yeryüzündeki sosyalistler ise, demokrat ve insan olmayı burjuvaziye teslimiyet veya sosyalizmin bir yan ürünü olarak görmektedirler. Temel yanlış buradadır.
Sosyalistler tek tek ülkelerde önce tüm yurttaşların biçimsel eşitliğini savunmalıdır. Bunun da bir tek yolu vardır. Ulusun, yani devletin, yani politik olanın bir dil, din, tarih, soy, ırk, kültür vs. ile tanımlanmasına son verilmesi. (Bunların tanınması değil. Bunların tanınması onların birer politik birim olmasını ve birer politik birim olarak tanınmasını gerektirir ki, sonunda tıpkı Lübnan gibi bir kaosa ve son derece eşitsiz, bugünkünü bile aratacak bir düzene yol açar. Yani Türkiye aktüalitesinde ifade edersek, Kürtlerin Statü elde etmesi değil, Türklüğün veya başka bir şeyin statüsünün olmaması.)
Ama bugünkü dünyada en demokratik biçimiyle, yani her türlü dil ve din kötü uluslar bile artık gericidirler. Bugünün dünyasında bir tek dünya cumhuriyeti ve tüm ulusların ve ulusal sınırların ilgası en acil adımdır ve programatik görevdir. Bir dünya savaşı ya da ekolojik bir felaketle yok olmamak, yani kıyametin kopmaması için uluslar ve ulusal devletler kategorik olarak reddedilmeli ve uluslara ve ulusal devletlere karşı bir mücadeleye girilmelidir.
Mehdi veya Mesih, Türk veya Farisi veya Amerikalı veya İsrailli değil, ancak tüm bu ulusları ve ulusal sınırları yok etmeye yemin etmiş kozmopolit ücretliler ve dünya vatandaşları olabilir.
Marks, elbette böyle ifade etmedi ama bu konumuzun diyine çevirirsek, yeryüzünde bin yıllık Mesih’in kırallığını ve Cennet’i Proletaryanın kurabileceğini öngörmüştü, tabii eğer Komünist Manifesto’nun ilk satırında da belirttiği gibi bir çöküş olmazsa.
Ancak unuttuğu bir şey vardı. Eşitlik sadece iktisadi eşitlik olarak ele alınıyordu ve biçimsel ve hukuki eşitliğin varlığı veri kabul ediliyor veya bu iktisadi eşitliğin bir sonucu ve yan ürünü gibi ortaya çıkar diye kabul ediliyordu. (Mark hiçbir zaman böyle bayağı bir durumda olmasa da, sosyalizm için demokratik bir cumhuriyetin önemini sürekli vurgu yapsa da. Sosyalist hareketin genel vurgusu böyle oldu.)
Tarih en azından bunun böyle olamayacağını gösterdi. Şimdi iktisadi eşitlikten (Sosyalizm) önce biçimsel ve hukuki eşitlik (Demokrasi) için mücadele etmek gerektiği, yani hem ulusların bir dille, dinle vs. tanımlanmasına savaş açılması gerektiği, hemde genel olarak, kategorik olarak uluslara karşı mücadele edilmesi (İnsan olmak) gerektiği (Yani sadece bir ulus içinde değil, yeryüzü ölçüsünde biçimsel eşitlik gerektiği) ortaya çıkmış bulunuyor.
Sınıf analitik bir kavramdır, somut olarak toplumda elle tutulur, uluslar gibi, cemaatler gibi, dernekler, partiler gibi bir somut var oluşu ve karşılığı yoktur ve olamaz. Bu nedenle sınıflar devrim yapamaz. Çünkü analitik kavramlar devrim yapamaz.
Paradoksaml gelebilir belki ama bu önermeyi şöyle tamamlamak gerekir. Sınıflar ve alt sınıflar devrim yapamaz, ama bütün devrimleri de alt sınıflar yapar.
Paradoksun çözümü analitik kavramlar ve somut toplumsal varoluşlar arasındaki farktadır.
Sınıflar ancak somut bir toplumsal biçim aldıklarında bir devrim yapabilirler. Roma’nın köleleri ve ezilen köylüleri birer Hıristiyan olduklarında bir devrim yaptılar; Mekke’nin plepleri Müslim olduklarında birer devrim yaptılar, Paris’in donsuzları veya petrograd’ın işçileri birer cumhuriyetçi ve demokrat olduklarında bir devrim yaptılar.
Proletarya da Demokrat olduğunda (Ulusun bir dille, dinle vs. tanımlanmasını reddetmek, böyle tanımlamaya karşı tanımlamak) ve İnsan olduğunda (Ulusal olan ile politik olanın çakışmasını reddetmek, ulusal olanın nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olmayan kişisel birsorun olarak tanımlanması için mücadele etmek) Marks’ın tarımladığı anlamda bir kurtarıcı, bir Mesih (Mehdi) olup, yeryüzünde bin yıllık eşitlikçi ve adil bir toplum (Sosyalizm) kurabilir.
Evet Mehdi gelmeli, gelecek.
Eğer gelmezse kıyamet kopacak. Yani dünya bir savaşla ya da ekolojik felaketle yok olacak.
6 Ocak 2020 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Bloglar:
https://steemit.com/@demiraltona
https://demirden-kapilar.blogspot.de
Video:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast:
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
İndirilebilir kitaplar:
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
Dostum sen bu yazıları ne içerek yazıyorsun :S
Downvoting a post can decrease pending rewards and make it less visible. Common reasons:
Submit
İçki kullanmam. Siz bu yankıyı gösterirken ne içmiştiniz?
Downvoting a post can decrease pending rewards and make it less visible. Common reasons:
Submit