daha okumayı yeni öğrenmişken astronomiyle delicesine ilgiliydim. durmadan gökyüzünü anlatan kitaplar okurdum, eskiden senelik yıldız haritası kitapları satılırdı yanında kasetle birlikte. yılın hangi tarihinde hangi yönde hangi yıldız takımları ortaya çıkacak onları tasvir ederdi, ben de geceleri gökyüzüne bakıp balkondan ne görünüyorsa kendim yıldız haritası çizerdim. birbirine çok yakın görünen iki parlak cisim çok uzun süre dikkatle baktığımda yer değiştirir gibi oluyorlardı, bu içinden çıkamadığım gözlemlerimden biriydi. hiçbir kitap bundan bahsetmiyordu. belki de keşif yapmıştım ama kendim bile emin olamıyordum.
her gece dışarı çıkar, gökteki parlak cisimlerden hangisi göz kırpıyor hangisi göz kırpmıyor onu anlamaya çalışırdım. tam göz kırpmadığı için gezegen olduğu kanısına varacakken uzun süre gözümü sabit tutmaktan ben gözümü kırpıyor, o bir saniyede yıldız göz kırptı mı kırpmadı mı emin olamadığımdan hiçbirine “işte bu bir gezegen!” sevinciyle bakamıyordum. araştırmalarım sürüyordu ama gözümle görmediğim şeye inanmazdım.
bu yüzden kafama bir türlü yatmayan bir mesele vardı, "yörünge" olayını anlayamıyordum. yani bir şey nasıl dönerdi, niye dönsündü? madem ilk başta bir şey ittirmişti onu, o zaman düz giderdi, kendim havaya attığım hiçbir şey yuvarlak çizmiyordu fıyt diye dümdüz gidiyordu. bana anlatılana inanmamıştım, bence kütle çekimi çok saçmaydı, uzaktan bir şey bir şeyi nasıl çeksindi? fazlaca mistik bir açıklamaydı minik Damla için. bu işi kendim çözmeye kararlıydım.
Halley kuyruklu yıldızı nedense biz küçükken pek ünlüydü, kafama en çok o takılırdı, bunun üzerinden teori kurmaya karar vermiştim. bence Halley’in aslında "yörüngesi" falan yoktu, düz gidiyordu. ama gittiği iki yönde de iki gezegen vardı, bu yüzden bir sağdakine çarpıyordu bir soldakine. yani düz giderken bir taraftakine boing diye çarpıyor, sonra diğer tarafa gitmeye başlıyor, senelerce gittikten sonra boing diye öbürüne çarpıyor ve tekrar geri dönüyordu. bu teorimi yazıp Bilim Teknik'e mektup atmıştım ama sanıyorum “makalem” geri çevrilmişti çünkü hiç cevap gelmedi.
sonradan dersler, kitaplar yoğunlaştı. kitaba çizilmiş hareketsiz havuzlara su dolduğunu hayal edip bir takım hesaplar yapmam, basit makinaların nasıl işlediğini aklımda tutmam, karşılaşan iki gazın nasıl davrandığını her gün tekrar etmem gerekiyordu. halbuki ben gözümle görmediğim şeye inanmazdım. “ezberlemeye” ve “tekrar” etmeye o kadar koşullandırılmıştım ki bir havuz ya da tornavida gördüğümde onların kitapta okuduğum şekilde davranacak olan havuz ve tornavidayla aynı şey oldukları aklımın ucundan bile geçmemeye başlamıştı. zaten gökyüzüne bakacak vakit de kalmadı.
hala daha gece gökyüzüne baktığımda “eğitim” kisvesi altında hareket eden canavarın löp diye midesine indirip sindirdiği yaratıcılığıma ve araştırma sevdama içim burkulur. neyse ki en azından bu burkulmayı hissedemeyecek kadar sindirilmemişim.