Feridun Andaç – Genç Meslektaşıma Mektuplar: (1)

in edebiyat •  7 years ago 

YAZMAYA KARAR VERİNCE

Sevgili Kalemdaşım;

Size bu mektupları yazmaya karar verirken, ister istemez aklıma Rilke’nin Genç Bir Şaire Mektuplar’ı geldi. Sizinle karşılaştığımız o gün/akşamın ertesinde, o birkaç saatlik konuşmalarımızın zihnimde uyandırdığı düşünceleri mektup yazarak anlatmak istedim. Sorduğunuz, sormak istediğiniz birçok sorunun yanıtını bir mektupta vermek gibi bir düşüncem yok elbette. Üstüne üstlük bir soru/yanıt yazışması olarak da almamanızı isterim bunu.

Yazan ve öğreten biri olarak sıklıkla karşılaştığım sorular/sorunlar gene bizim söyleşimizde de karşıma çıkmıştı. Belki de sizinle o konuşmamızı kayda geçseydik, bir mektup başlangıcını seçmek yerine oturup bir kitap bile yazabilirdim. Bir insanın birisi için kitap yazması çağımızda abartı gibi görülebilir. Ama biri için yazılanın aslında birçok kişi için yazıldığını da bilen bilir. Evet, bu mektuplar elbette ki size yazılıyor. İlk okuru sizsiniz, ama tek okuru olacağınızı da düşünmedim hiç.

Bana yanıt verecek misiniz? Bunu düşünerek yazmıyorum. Gene bilinir ki, mektup sanatı karşılıklı yazışma sanatıdır. Dilerim siz de bunu göz önünde tutarak bana yazarsınız. Böylece yazdığım şey yazışmalara dönüşür, böylece okur da bu karşılıklı söyleşimlerden kendince pay çıkarabilir.

Geçmişte ve bugün sıklıkla mektup yazan biri olarak size yazma konusunda bir çekincem, ‘şimdi ne diyeceğim,’ diye bir kaygım olmadı. Dedim ya. Tek kaygım tek yanlı kalmak.

Rilke’nin mektuplarını yirmili yaşlarımda okumaya yönelmem ‘acaba nasıl şair olunur’ düşüncesi değildi elbette. Çünkü onun Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okuduğumda öylesine etkilenmiştim ki; o ne söylerse kanıksayarak okumaya hazırdım.

Bir yazar öyledir, sizi bendine çekti mi üzerine gidersiniz. Anlamak için okursunuz, öğrenmek için okursunuz, onu aşmak için okursunuz, onun gibi yazmak için okursunuz… Eninde sonunda bütün bu okumalarınız sizi ya “adam” eder ya da “yazar”. Ben okumadan yazar olunamayacağına inananlardanım. Üstelik yazmanın da hem başka yazarlardan aşılanarak hem de sürekli yazılarak öğrenilebileceğini düşünenlerdenim. Yani, anlayacağınız Rilke’yi şaire öğütleri var diye seçmedim. Onun yazdığı bir anlatı beni başka başka anlatılarına götürdü, başka düşünceler ve yazarlarla karşılaştırdı.

Tıpkı sizinle benim karşılaşmamız gibi. Yazdığınız hiçbir şeyi okumamıştım, adınızı bile bilmiyordum. Ama siz beni okumuştunuz. Neyi, nere, nasıl okuduğunuzu merak etsem de size bu konuda sorular yöneltmediğimi hatırlamanız lazım. Bu tür ilk karşılaşmalarda sorular sıkar, ürkütür; hatta insanı bir an yalnızlaştırır, “nereden geldim şimdi” bile dedirtebilir. Belki de biz bunları yaşamadığımız için size mektup yazmaya karar verdim.

Öyküler yazdığınız, ama beğenmediğiniz; hatta ima ettiğiniz “roman da yazabilirim sanki” düşünceleriniz biraz da beni size yazmaya yöneltti diyebilirim. Çünkü yazdığınız her şeyi bana gönderme, hemen ardından da “ne düşünüyorsunuz” diyerek iletilere yönelmeniz, beni usandırmasa da; her yazılanın hemen birilerine okutulamayacağını hatırlatmamın sizi inciteceğini bildiğimden susmak zorunda kalıyordum.

Sıklıkla yinelediğim bir şey vardı: Yazı yazmak hayattan doğmaz, başka yazarların yazdıklarına gidin, neyi/nasıl yazdıklarına bakın. Sonra da yaşadığınız hayata, tanık olduklarınıza dönün yüzünüzü. Bir masa yapmak istiyorsanız eğer, iyi bir masayı itinayla söküp nasıl yapıldığına bakın. Yazı da böyle bir şeydir işte.

Beni bağışlayın, gene tekrar edeceğim: Yazmak, başka yazarların yazdıklarından, bir de sürekli yazarak öğrenilen bir şeydir. Gene başka bir şey daha söylerdim size: Öykü hayatın içindedir; bazen siz gidersiniz ona, bazen de o gelir bulur sizi.

Size yazmadan önce, Elsa Morante’nin Endülüs Şalı kitabındaki öykülerini okumaya yönelmiştim. Kitabın ilk okumasında, çevirmeni Şadan Karadeniz’in Morante’nin yazarlığını değerlendirdiği “Öndeyiş” yazısından şu düşüncelerinin altını çizmiştim:

“Bir yazar, çevresine, insanlara, sorunlara ne denli nesnel bir açıdan yaklaşırsa yaklaşsın, ne denli kurduğuna inanırsa inansın, gerçekte kendi yaşam öyküsünü yazar hep. Ama yazgısının gerçek temasını açıklayan, onun yaşamının dışsal öyküsü değil, bulup ortaya çıkardıklarıdır. Genç bir yazarda şiirle gerçek neredeyse özdeştir. Belki de tam bilincinde olmaksızın, daha ilk sözcüklerden başlayarak insan yazgısının tüm öyküsünü anlatmaktadır. Düşsel bir alanda dolaştığına inanır; oysa biricik ve özgün gerçeği keşfetmektedir: Orada, geçmiş ve gelecek çağdaştır ve her olay doğaldır.” (*)

Biz, yazarken bakan göz. Algılayan bakış, sezen bilincizdir. İşte görme yolculuğumuzdur asıl belirleyici olan. Evet, “anlatı”mızda biz varızdır. Ama ille de her şeyin bizim başımızdan geçmesi gerekmiyor. Biz olmasak yazdığımız metin/anlatı kurulamaz. Hayal etmek de bir eylemdir, görmek de tıpkı yaşamak gibi: Bir yanı düş, bir yanı gerçek. İşte yazı da buradan çıkar, buralardan ağıp gelir. Biz yazma bilincini buralardan ediniriz.

Morante’nin “Kandil Hırsızı” adlı ilk öyküsünü okuyorum. İlk paragrafındaki ilk iki cümle beni durduruyor: “Böyle bir şeyin olabileceğine inanacak yaşa gelmemiştim daha. Ama küçük kızın ben olduğuma emin gibiyim.” Kitabımın içindeki not kâğıdını çıkarıp hemen şunları yazıyorum: “Bakışlarda solanı, yitip gideni geri döndüren, hatırlatan bir yanı vardı.

Aklımdan geçenleri ya da beni oraya, ona getiren duyguları anlatamazdım. Gene de, aramızda konuşma ilerlerken hissettiklerim onda tepki olmasa da sezinleme bakışı yaratmış olmalı ki: ‘Yalnız yaşıyorum. Evimin erkeği oğlum. Bir de kurt köpeğim Yavuz,’ deme gereğini hissetmişti.”

Öyküyü okumaya yönelirken, yakın zamanda tanıştığım zümrüt gözlü genç kadının imgesi belliğimdeydi. Ona dair hiçbir şey bilmiyordum. Ama ilk buluştuğumuzda uzun uzun söyleşmiştik.

Bir dostluk bağı kurulabilecek güzellikte, düşüncelerdeydi. Aramızda bunun ısısını yaratan sözler gidip gelmişti. Ama o tanışma gününden sonra, onu bir öykü kahramanı kılmak, “imkânsız” olanı anlatmak istemiştim.

Morante’yi bunun için okumaya yönelmemiştim. Ama ilk sözde karşıma çıkan onun imgesiydi, bir de anlatıcının (yani “adam”ın) sesi. Benim kuracağım öyküde anlatıcı “adam” olacaktı. Bir yazardan esin almayı böyle algılarım. Yazacağım konuyla onun anlattıklarının hiçbir ilgisi yoktur. Benim yaşamda görüp eylediğimin kapısını aralar, bana “hadi yaz” der onun sözleri.

Yazmak için bir durumu/olayı sonuna kadar yaşamak, hatta bunun başından geçmesi de gerekmiyor. Şunu da eklemeliyim ki; biz başka yazarlardan konu değil form/biçim alırız. Şimdi bu ilk mektubumu uzun tutmak istemiyorum. Birazdan yolculuğa çıkacağım. Artık Morante okumasını bir yana bırakıp, Stendhal’in Parma Manastırı’nı okumaya başlayacağım.

Dostum Bertan Onaran’ın yeni basımı yapılan çevirisini görünce heyecanlandım. Hemen aldım. Bir de yeni defter edindim. Gene yolculuktaydım. Gidip iskelede, yolculuk öncesi oturduğum mekânın bahçesinde romanı okumaya verdim kendimi. Bundan sonraki mektubumda size hem bu okumamdan, hem de Stendhal’den söz edeceğim sevgili kalemdaşım.

Selam sevgilerimle.

F.A.

(*) Endülüs Şalı, Elsa Morante; Çev.: Şadan Karadeniz, 1985, Can Yay., 197 s.

Authors get paid when people like you upvote their post.
If you enjoyed what you read here, create your account today and start earning FREE STEEM!