LA PERE LACHAİSE
Kaynak: https://www.dreamstime.com/stock-photos-sculptures-pere-lachaise-cemetery-paris-image38296683
2015 yazında henüz Paris’e ayak basmadan La Pere Lachaise sayıklamalarıma başlamıştım. Benzer çocukluklar geçirmiş Kübra ve Ayça ile, bir de babasıyla Ahmet Kaya mezarına gitme hayali kurmuş ancak babasını yakın zamanda kaybetmiş canım Duygu ile yollarımız kesişince neden birlikte gitmeyelim diyerek düştük yollara.
Duygu bize Mimar Sinan’da bitirme tezinin mezarlıklar ile ilgili olduğunu anlatıyordu, bu ilgi çekici sohbete karşılık aslında o an düşündüğümüz birlikte bir hayali gerçekleştirecek olmamızdı. Ağlayarak geçen bir metro yolculuğunun ardından nihayet La Pere Lachaise’e vardık. Burası adeta bir açıkhava müzesi.
Metro ile 2 nolu hata bindiğinizde Philippe Auguste durağında inince alt ve ana kapıdan giriş yapılıyor. 3 nolu hata binerseniz Gembetta durağında inince üst kapıdan giriş yapılıyor. Biz ana kapıdan giriş yaptık ve girişte kapıda mezarlıkların yerlerini belirten krokimizi elimize aldık, başladık gidilecek yerleri belirlemeye.
İlk rotamız Ahmet Kaya’nın mezarı.
Öldükten sonra kıymet bilmelerin ülkesine rağmen benim çocukluğumun fon müziğinde hep Ahmet Kaya şarkıları oldu. Babamla çıktığımız beyaz Broadway’li yolculuklarımızda sarı battaniyemle arka koltukta ilk ezberlediğim şarkılar onun şarkıları oldu, babamın onun dayısıyla karşılıklı sohbetlerini dinleyerek kilometrelere meydan okuduk.
''tarifi imkânsız acılar içindeyim
gurbette akşam oldu yine rüzgâr peşindeyim
yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
akşam oldu sürgün susuyor...''
dizelerini erken kanıksamış biri olarak ana kapıdan ilk rotamıza kadar kalbim güm güm atıyordu.
Hüzün, öfke, heyecan.
Ve nihayet vardık. Dördümüzün arasında o an istemsiz bir sessizlik oldu. Herkes iç dünyasındaki Ahmet Kaya’yla bu reel anı yanyana koyup durumu içselleştirmeye çalışıyordu. Gözlerde yaşlar. Gelen ziyaretçiler küçük notlar yazıp mezarının başına bırakmışlardı. Sigara bırakanlar da vardı, efkarlının halinden anlayarak. İçtiğim sudan yanındaki toprağa döktüm, düşünsene Ahmet Kaya’ya dokundum!
“Ya beni sararsa memleket hasreti” diyerek eğildim ve mezarının yanından bir taş kaptım, döndüğümde bunu Türkiye topraklarına bırakacaktım.
İkinci rota: Çirkinlerin en afillisi, Yılmaz Güney.
''Hayat bize mutlu olma şansı
vermedi
Biz kendimizden başka
Herkesin üzüntüsünü
Üzüntümüz,
Acısını acımız yaptık.
Çünkü dünya’nın öbür ucunda,
Hiç tanımadığımız bir insanın
Gözyaşı bile içimizi parçaladı….
Kedilere ağladık
Kuşların yasını tuttuk.
Yüreğimizin yufkalığı
Kimi zaman hayat karşısında
Bizi zayıf yaptı.
Aslında ne güzel şeydir
İnsanın insana yanması
Sevgili…
Ne güzeldir bilmediğin birinin
derdine üzülmek ve çare aramak.
Ben bütün hayatımda hep
Üzüldüm, hep yandım..
Yaşamak ne güzeldir be sevgili
Sevinerek, severek, sevilerek,
Düşünerek…
ve o vazgeçilmez sancılarını
Duyarak hayatın''
Bu dizeler geçiyordu mezar taşına baktıkça...
Ve ilerlemeye devam ediyoruz. Geliyoruz Oscar Wilde’a. Je T’aime Paris filmini izleyip filmdeki kadın karakterlerden birinin kırmızı rujunu sürüp Oscar Wilde’ın mezarını öpmesi sahnesinden esinlenenlerden dolayı, mezar kırmızı rujlarla dolu hale gelince çareyi camla etrafını çevirmekte bulmuşlar.
Dilimizde The Doors şarkılarıyla bir sonraki rotaya kadar ilerliyoruz. İsim babası Aldous Huxley’e de bir selam çakıyoruz. Ve geliyoruz “kuyruklu yıldızdan düşen kertenkele kral”a. evet Jim Morrison, mezarı korkuluklarla çevrilmiş. Daha önce hayranlarının sergiledikleri davranışlar nedeniyle.
Ancak fotoğraftaki kadar yakınlaşabiliyorum Jim Morrison’a.
Geliyoruz “Kaldırım Serçesi”ne. Padam, padam, padam… La Vie En Rose filmi de acılarla dolu hayatını öğrenmek isteyenler için bir öneri olarak burada kalsın.
Pere Lachaise mezarlığında ayrıca krematoryum da bulunmakta. Yakılanlar burada kutu gibi mezar yerlerinde bulunuyor. Fotoğraf karelerine şiirler yakıştırıyorum yine.
“Ben senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.”
Telefonumu kırdığımdan elimde kalan fotoğraflarla sona yaklaştırıyorum yazımı. Pere Lachaise Paris’e tekrar gidersem kesinlikle yine Eyfel’i görmeden (Guy Maupassant Paris’e geldiğinde Eyfel’in birinci katındaki kafede oturup “burası Paris’in en güzel göründüğü yani Eyfel’in hiç görünmediği yer” dermiş, bence haklı) gitmek istediğim ilk yer.
“Gökyüzünü sürükleyip götürmek zorundalar mı?
İzin vermeyin toprağın beni almasına
sessizlik içinde yatmama izin verin,
sessizlik içinde, gece için.” -Ingeborg Bachmann
"bizi kimse toprak ve balçıktan tekrar yoğurmayacak
kimse pisliğimizi eleştirmeyecek
bir hiçtik biz
hiçiz, hiç olacağız
kimsenin olmayan...
bir gül olarak kalacağız" -Paul Celan
“İsterdim ki kelimeler çiçek çiçek eşiğine yağsın; isterdim ki kelimeler yıldız yıldız aydınlatsın odanı. Sönen gözlerimin bütün aydınlığı kıvılcımlaşsın onlarda. Kelimeler buseleşsin ve güvercinler gibi, kuğular gibi, kırlangıçlar gibi uçsun sana… Güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler Paros mermerinden daha ebedî…” -Cemil Meriç
“Son yaklaştıkça, anımsanan birtakım imgeler kalmaz artık, yalnızca sözcükler kalır. Zamanın, bir zamanlar benim sözcülüğümü etmiş sözcüklerle bana yüzyıllarca eşlik etmiş olan kimsenin yazgısını simgeleyen sözcükleri karıştırması garip değil aslında. Homeros olmuşluğum vardır; yakında Hiç Kimse olacağım Ulysses gibi: yakında Herkes olacağım; öleceğim.” -Jorge Luis Borges
“Bir kuş
Kanatlı bir okla vurulmuş,
Can çekişirken biçare,
Şöyle dert yanmış kadere;
-Olur mu bu, kuş kendi kendini vurur mu?
Ah, zalim insanoğulları!
Bu ölüm araçlarını,
Bizim kanatlarımızla uçurtmanız,
Ne kötü bir şaka, ama gülmeyin:
Sizin başınıza gelen de budur çok kez:
Unutmayın hikayesini Yafes'in:
Oğullarının bir yarısı
Öbür yarısının baş belası.” -Jean de La Fontaine
Sevgiyle kalın...