Başlangıç mı Son mu ? 1. Bölüm

in tr •  5 years ago 

Her yer kalın bir karla kaplıydı. Alacakaranlık bir akşamüzerinin griden kopkoyu bir gri-mavi tona doğru ilerlediği bu sessiz ormanın tepesine lapa lapa inen kar taneleri, yaz akşamlarındaki ateş böcekleri gibi etrafa dağılıyordu. Yukarıya baktığınızda gökyüzüne yükseliyormuş gibi hissederdiniz. Yüzünüzde eriyen yumuşacık, soğuk kar taneleri su damlacıkları olup akıveriyordu aşağıya.
Kendi doğallığı içinde, vahşi güzelliğini koruyan bu büyüleyici ormanın yüzlerce yıllık ağaçlarında biriken kar, onları gecenin içinde size bakan hayalet suretlerine benzetiyordu. Sanki biraz sonra korkunç bir şey olacakmış gibi sessizlik ve durgunluk içinde bir korku senaryosu gerçekleşecekti. İnsanın içine korku salan bu koyu akşam; bedenlerde titremelere sebep olabilir, korkulu rüyalarda sizi ölüme daha da yaklaştırabilirdi. Biraz aşağıda akan nehir tüm bu korkuyu ve tedirginliği farklı bir gizeme bürüyüp sizi tamamen değişik bir duyguya taşıyordu oysa. Nehrin diğer tarafında birer duvar gibi yükselen dev ağaçlar gizli bir dünyaya açılan kocaman bir sarayın kapıları gibi bir hava veriyordu. İyice dikkat etseydiniz karşıda canlıların olduğu izlenimine kapılırdınız.
Sessiz ve hareketli bir mozaik…

Koyu gri bir akşam vakti…
Simon ve Jason henüz dönmemişlerdi. Neredeyse bir saattir çıktıkları iz arama yolculuklarından henüz bir yanıt çıkmamıştı. Yolu kaybetmeleri imkânsızdı. Her ikisi de yanlarında konumlanmış GPS’ lerini götürmüşlerdi. Her zamanki gibi Marcus yine dikkatli bir şekilde değerlendirme yapıyordu.
Biraz yukarıda Said, Kate ve Nina dev bir ağaç kökünün hemen yanında bir çadır kurmuş, sırt çantalarını ve donanımları yerleştirmeye çalışıyorlardı. Konservelerle akşam yemeğini yemeyi kimsenin sevmediğini biliyordum. O yüzden herkes bir şekilde Jason ve Simon’ı beklemeyi tercih etmiş olmalıydı. Onlarla yemek yiyince herkesin bir şekilde iştahı açılıyordu. Hem daha bir süre burada bekleyecektik. Bir şey çıkmazsa daha sonra yolumuza devam edecektik. Belki o yüzden de herkes beklemeyi tercih etmişti.
“Dikkat edin kızlar bunlar çok önemli. Burada kalıp açlıktan ve soğuktan ölmek istemezsiniz.” dedi Said uzun bir sessizlikten sonra. Konservelerden birkaç kutu alıp herkese öylesine baktı. Orman bir süre sonra sıkıcı gelmeye başlamış olmalıydı onun için.
“Ağzını hayra aç. Kimsenin bu dağ başında ölmeye niyeti yok.” diye yanıtladı Esme bir ağaç altında kuru bir yerde yaktığı ateşi daha da artırmaya çalışarak.
“Bizi mi dinliyordun?” diye sordu Said. Öylesine can sıkıntısından çıkmış bir cümleydi bu. Birileri konuşsun diye ortaya atılan sıradan bir laftı.
“Sanki herkes konuşuyor da sadece ben sizi dinlemeye çalışıyormuşum gibi davranmaktan vazgeç!” diye sesini yükseltti Esme. Bundan hoşlanmamış gibi baktı. Birilerini dinlemek hoşuna gitmezdi ve bu gibi ithamlarda bulunanlara karşı müsamaha dairesini daraltırdı. “Hadi ama! Bizi dinliyordun.” dedi Nina Said’e gülümseyerek.
“Evet, sizi dinliyordum! Çünkü kimseden çıt çıkmıyordu ve gevezelik etmeye ilk siz başladınız.” diye kızdı bu kez.
“Cinlerin tepende!” diyerek araya girdi Kate.
“Hey !”diye böldü Marcus önemli bir şey söyleyecekmiş gibi sesini ayarlayarak. Herkes konuşmayı bırakıp ona bakmaya başladı. Marcus ne zaman konuşsa hep böyle olurdu. “J ve Sime henüz dönmediler mi? diye sordu herkes ona baktığı sırada. Aslında yanıtı zaten biliyordu.
“Kim bilir yine nelerle uğraşıyorlar!” dedim başımı iyice koyulaşmış gökyüzünden onlara doğru çevirirken.
“Merak etme. Birazdan burada olurlar .”diye yanıtladı Said.
“Evet, bence de.” dedi Esme ateşe daha fazla ağaç dalı atmaya çalışırken. Tam bu esnada Simon’ın Garrison Keiler’ın Lake Wobegon Days kitabındaki dörtlüğü okuduğunu duyduk.

O blessed Muse grant us ere long
The gift of glorious word and song
That we may sing, ere breath is gone
The praises of New Albion.

Kate bu dörtlüğü duyduğu gibi, “Tamam. İşte geldiler. Şimdi J de devamını söyler.” diye konuştu şikâyet edercesine. Kate bu muhteşem ikilinin sürekli aynı şiiri okumalarından bıkmış gibi seslerin geldiği yere doğru baktı. Simon henüz bitirmişti ki Jason devamını okumaya başladı.

“What dazzling sights mine eyes behold,
So beautieous,
bountiful and bold,
Where blessing are made thousand fold- Our noble home New Albion”

“Bu çocukların nesi var böyle?” diye sordu Esme meraklı bir şekilde.
“Hadi ama! Ne zaman iyi bir şey yaptıklarını düşünseler bu şiiri okurlar.” dedim yaptıklarının normal olduğunu hatırlatarak.
“Yani?“ diye sordu Kate.
“Her zaman iyi şeyler yapmasalar da belki bu defa yararlı bir şeyler bulmuş olabilirler. Ya da bazen-” Henüz cümlemi bitirmeden Simon’ın sesi geldi.
“Hey çocuklar şenlik var!” diye bağırdı.
“Kesinlikle!” dedi hemen yanında ilerlemeye çalışan Jason. Bir eliyle tutmuş olduğu iki yaban kazıyla heyecanı doruğa çıkmıştı. Kazların ikisi de baygın duruyordu. Bu ikili zaten heyecanlarını gizleyemezlerdi.
“Bu harika!” diye bağırdı Said neşeyle. “Demek akşam yemeğinde ziyafet var. Hem de tertemiz ve sağlıklı bir ziyafet.”
“Galiba öyle!” dedi Marcus Said’e gülümseyerek.
“Hey çocuklar iyi işi çakardınız! Ateş de hazır sayılır.” dedi Esme. Yüzüne aniden renk gelmiş gibi bakıyordu. Konservelere hoşça kalın ifadesiyle baktı.
“Galiba onları ateşte tutmak için bir şeyler bulsam iyi olacak.” diye öneride bulundu Nina kendi kendisine. Et sevdiğini biliyordum. Her zaman için bir şeylere katkıda bulunmak isteyen biriydi ve şimdi sevdiği bir şey için bunu seve seve yapardı. O da beni haklı çıkarırcasına harekete geçip gözleriyle bir şeyler aradı.
“Kesmeye kıyamadık.” dedi Simon iç çekerek. Said, onlar iyice yaklaştıkları vakit sesine neşe katarak konuştu.
“Tamam, beyler elinize sağlık, verin gerisini biz halledelim.” dedi ve devam etti, “Kan kokusu vahşi hayvanları çeker. O yüzden aşağıda keselim, kanları suya karışıp gitsin.” diye önerdi. O da Nina gibi et seven biriydi. Uzun zaman önce çöllerde geçirdiği zamanlardan kalma bir huyuydu bu. Her zaman için nasıl hareket edeceğini çok iyi bilirdi.
Marcus hepimize bakıp olumlu bir şekilde başını sallayınca Said tekrar devam etti. “Ed bana yardım etmek ister misin?” gözlerime bakıyordu. Uzun saçları ve esmer yüzü onu dost canlısı gösteriyordu. Gerçekte ise o göründüğünden daha derin ve dost biriydi. Bunu fazla dışarıya vurmak istemezdi ama o da duygular konusunda benim gibi yeteneksizdi.
“Ben mi?” Biraz şaşırmıştım. Genelde bu tür şeyleri kendi başına yapmaktan hoşlanırdı. Ama bu defa beni seçince ben de üstelemeden başımla olumlu yanıt verip devam ettim. “Elbette! Neden olmasın!” Aslında bu hoşuma da gitmişti. Aklım bir tür zamansızlık halindeydi. Bu yüzden beklemeden Said’le beraber kazları almaya çalıştım. Beraber yürüyüp suya doğru indik. “Başka ne buldunuz?” diye sordu Marcus Jason’la Simon’a biz oradan uzaklaşırken. “Şey… Biraz da meyve!”
“Pekâlâ. Onları da bana verin.” diye konuştu Kate. “Gidip onları yıkayayım.”
“Kazlar mı sizi çok uğraştırdı?” diye sordu Marcus tekrar ben ve Said birlikte suya doğru iyice indiğimiz sırada. Az sonra konuşmaları birer fısıltı haline dönerken biz de suya iyice yaklaştık. Said sağ bacağının olduğu taraftan bir bıçak çıkarırken yürümeye de çalıştı aynı zamanda. Ben de ellerinden aldığım kazlara onun bu haline ve kazlara baktım. Gri renkleri ve ağırca vücutları çok etli olduklarını gösteriyordu.
Kazları kesip yıkadıktan sonra Said elindeki kazla yukarı çıktı. O sırada Kate de geldi ve gülümseyerek baktı. Said benim yerime de gülümsedi. Dikkatle inip meyveleri dökmemeye çalıştı.
“Bence biraz acele etseniz iyi olacak.” dedi tekrar yüzümüze dönüp bakarak. “Bitirdik zaten!” dedi Said başını tekrar kaldırıp ona bakarak. Gözlerinin içinde gülümseyen bir ifade vardı. “Sanırım J ve Sime mağara benzeri bir şey bulmuşlar.” Kate’in sesi heyecanlı çıktı. Bunun neyden dolayı olduğundan emin olamadım. Belki de aşağı inerken harcadığı güçten dolayı azalan nefesini yenilemek için böyle konuşmuştu.
“Ooo! Gidip öğrenelim öyleyse.” dedim merak ederek. Bu eskiden beri gelen bir mağara merakından kaynaklanıyordu.
“Tamam, ben de hemen geliyorum.” dedi Kate suya eğilip elindekileri yıkamaya başlarken.
“Mağara ha?“ diye sordu Said şaşkınlık ifadesi içinde. Dikkatimi oraya çekmeye çalışır gibi davrandı. Zaten başarmıştı da.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum aynı ifadeyle.
“Aslında geceyi orada geçirseydik fena olmazdı.”
“Sanırım biraz geç oldu ama yine de denemek isterdim.
Geri geldiğimizde ateş iyice tutuşmuş, etraf aydınlanmıştı. Bembeyaz karlar ateşin görkemiyle iniveren kelebekler gibiydi. Nina, Esme ve Marcus bir ağaç kütüğünün üstünde oturmuş, karşılarında duran Jason ve Simon’ın komikliklerine gülüyorlardı. Bilinen dünyanın dışında, alışkın olduğumuz yaz aylarında kışı yaşamak ve kimsenin olmadığı, belki de hiç kimsenin henüz gelmediği bu yerde, bir medeniyet unsuru olan ateşin zarafeti, hiç şüphesiz bizi insan olmakla gurur duyduğumuz düşüncelerimize götürüyordu. Her sıkıcı görevin içinde hatırlanınca mutlaka mutlu olmaya değer şeyler bulunabilirdi. Belki bunda da güzel bir şey çıkardı. Hem Yeni Zelanda güzel bir yerdi. Doğası temizdi ve burada aslında iş ortasında güzel bir tatil bile yapıyor sayılırdık şu an. Kamp gezilerinden farksızdı neredeyse. Bu dağlarda kaybolan birkaç bilim adamı ve yardımcıları belki de artık yaşamıyorlardı. Kurtarmaya geldiğimiz bu insanları aramanın bu ilk gününde her şey normal geçiyordu. Geçtiğimiz her yere bir sonraki yeri gösteren işaretler koymamıza rağmen hiçbir iz yoktu. Saat başı Marcus’un patlattığı silah seslerine karşılık da verilmiyordu. Dağ eteklerine geldiğimizde ise çığ tehlikesine karşı sadece işaret fişeklerinden atabilmiştik. Belki akşam birkaç tanesi ortalığı iyice aydınlatıp onları bulma şansımızı artırabilirdi.
“İşte burada!” dedi Jason yüzündeki mutluluk ifadesiyle. Doğrudan hazırlanmış kazlara bakıyordu. Gözleri iştahla açılmıştı.
“Vay! Bu kadar etli olduklarını bilmiyordum!” diye karşılık verdi Simon.
“Ne sandın? Tabi etli olacaklar. Bizim dışımızda belki de hiç kimseden korkmamışlardı.” diye tamamladı Jason. Esme onları alıp hazırlanmış ağaç dallarına geçirdi.
Biraz sonra ateşte iyice kızarmaya başlayan etler etrafa nefis bir koku salıyorlardı. “Millet! İster misiniz kurtlar sarsın etrafımızı?” diye şaka yaptı Simon.
“Aslında.” dedi Said. “Bu koku eğer buralarda vahşi hayvanlar varsa onları en yakın zamanda buraya çekecektir.”
“Ne yani? Rahat uyuyamayacak mıyız?” diye şikâyet etmeye başladı Jason.
“Bunu sorun etme! Nöbetleşerek sabaha kadar güvenli bir gece geçiririz.” diye teskin etti onu Marcus.
“Bak bu iyi oldu işte.”

“Tamam! Herkes uzaklaşsın! İşte bu! Hadi bebeğim!” diye bağırdı Simon.
Yaklaşık üç saniye sonra gökyüzünde dev bir ışık geceyi, yağan kar taneleri arasında koca bir lamba gibi aydınlatıp parladı. Mini bir atom bombası gibi her tarafı muhteşem ışık huzmelerine boğdu. Bir anda tüm kuşlar havalandı. Birçok ağaç dalından karlar inmeye başladı. Korkuya kapılan kuşlar biraz sonra rast gele, kopkoyu karanlık olan ormana inmek zorunda kalacaklardı.
“Marcus keşke bunu yapmak zorunda kalmasaydık.” dedi Esme üzgün bir şekilde. “Ben de istemezdim ama yapacak başka bir şey yok.” diye yanıtladı. “Pekâlâ, çocuklar!” dedi bize dönerek. Herkes sırasını biliyor mu? Ben ve Esme, Said; sen ve Kate, Jason ve Simon, Ed ve Nina.” dedi Marcus ve devam etti.” İlk nöbeti kim tutmak ister?”
“J bizim uykumuz var, değil mi?” diye sordu Simon. Eli hala midesini sıvazlamaktaydı. Herkesten çok yediği ve kendisini tutamadığı için midesi tıka basa dolmuştu.
“Ahhh! Evet, kesinlikle! Biz şimdi uyuyacağız. Böylece yediğimiz o leziz kazlar içimizde yumurtlamaya başlasın. Sonra civcivlerini otlatırız.” diye güldü Jason. Bir anda neşeli bir havaya büründü. Herkes gülmesini bitirince devam etti. “En son biz tutarız.” “Tamam, ilk nöbeti biz tutarız öyleyse.” dedi Nina gözlerime bakıp.
“Olur.” dedim başımla da onaylayarak. Bir an bir heyecan dalgası geldi. Bunun neden olduğunu anlamadım. Buraya geldiğimizden beri içim kıpır kıpırdı.
“İki buçuk saat sonra beni uyandırın tamam mı?” diye rica etti Marcus.
“Pekâlâ millet! Uyku vakti!” diye seslendi Jason. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Çok defa Jason ve Simon’a imrendiğim olurdu. Hayatı istedikleri gibi yaşıyorlardı. Sürekli eğlenecekleri bir şey bulmak pek zor gelmiyordu. Her şekilde komik olacak bir şey bulmaları mümkündü. Sırf eğlence olsun diye denemedik işlere girişirlerdi. Görevlerde olmadığımız zamanlarda ofiste bizi gülmekten perişan ederlerdi. Belki de bu şekilde yaparak içlerindeki çocuğu hep yaşatmayı umuyorlardı.

Authors get paid when people like you upvote their post.
If you enjoyed what you read here, create your account today and start earning FREE STEEM!