7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında HDP’ye karşı devlet terörünün başlamasından beri demokrasi güçlerinin tekrar toparlanması için somut bir eylem önerimiz vardı. Kısaca şöyle özetlenebilir: her şehrin, her semtin merkezi meydan veya yerlerinde, hiçbir slogan atmadan, bağırmadan, pankart, bayrak, rozet taşımadan günün belli saatlerinde kitlesel olarak sessizce bulunmak.
Bugün en geniş kesimleri birleştirebilecek ve onlara tekrar moral ve güç kazandırarak, kendilerini ve siyasi sistemi değiştirmelerini sağlayabilecek mümkün ve gerekli biçim bu olabilir dedik.
Bu öneriyi ve yakın versiyonlarını yıllardır çeşitli vesilelerle tekrarladığımız için yavaş yavaş duyulmaya, tanınmaya, onay görmeye başladı. Kim bilir belki bir gün hiç ummadık yerde ve biçimde gerçekleşebilir ve bütün dengeleri alt üst edip bu çürümeyi tersine çevirebilir, köklü demokratik dönüşümlerin yolunu açabilir.
(Kişisel kanım odur ki, küçük sosyalist örgütlerin ve liberal aydınların nicel ağırlıklarıyla ölçülemeyecek kadar büyük bir ideolojik ve örgütsel egemenlikleri olmasaydı, böyle bir hareket çoktan başlamış olabilirdi. Her iki kesim de bu öneri karşısında derin bir suskunluk göstererek, bu yönde en küçük bir girişim göstermeyerek, böyle bir direnişin başlamasının en büyük engeli olmaktadırlar.)
Ancak bu önerimizin teorik ve tarihsel arka planı ve müthiş devrimci potansiyeli yeterince anlaşılmış değildir. Önerimiz genellikle pratik gerçekleşebilirliği ya da sadece herhangi bir şiddeti reddetmesi ve kesinlikle yasalara uyma temelinde bir öneri olması bakımından değerlendirilmektedir.
Elbette bu öneriyi yaparken bunları da gözetiyoruz ve gözettik ama bu önerinin arka planı çok daha derindir, toplumun tarihinin binlerce yıllık deneylerine ve de özellikle modern tarihin ezilenlerinin mücadelelerinin sonuçlarının damıtılmasına dayanmaktadır. Uzun yılların araştırmalarına dayanan bir teorik genellemenin pratik bir öneriye dönüştürülmüş biçimidir.
Hatta bu öneri aslında uzun yıllardır temellerini atmaya çalıştığımız Marksizm’in yeni baştan inşası gibi bir teorik arka plan olmadan da tüm kapsamıyla anlaşılamaz. Yani bu öneri aynı zamanda en genel ve soyut teorik sorunlarla, en canlı somut politik taktiklerin, mücadele ve örgüt biçimlerinin nasıl bir bütün oluşturduğunun somut bir örneğidir.
Bunu modern fiziğin en küçük (Kuantum fiziği) ve en büyüğü (Genel Görecelik) açıklamasının genel teorilerine ve bu teorilerin akıllı cep telefonlarındaki pratiğe uygulamasına benzetebiliriz. Elimizdeki akıllı telefonlarda bu soyut teoriler ve pratiğin sentezini görebiliriz. O telefonlardaki yerimizi belirleyen ve yolumuzu bulmamızı sağlayan aplikasyonlar aslında evrenin en genel yapısını açıklayan Einstein’in genel ve özel görecelik kuramlarına dayanırlar. Çünkü Uzaydaki GPS cihazının bağlı olduğu uyduların hızının, dünyanın çekim gücünün, ışık hızının sabit olması ve çekim gücünün aslında uzay zamanda bir eğilmeye tekabül etmesi nedeniyle uzay zamanda yarattığı saatlerdeki yavaşlama hesaba katılmasa yerimizi doğru tespit edemez. Ama aynı zamanda Atom altı parçacıklar aleminin yasalarını ve işleyişini ele alan Kuantum fiziği olmaza, ona dayanan atom ve atom altı parçacıklara ilişkin teoriler olmasa, transistorlar vs. ve o küçük cebimize sığan akıllı telefonlar olamazdı.
Önerimizin benzer bir karakteri vardır. O aynı zamanda hem toplum ve tarihi açıklayan yepyeni, klasik Marksizm’in eleştirilmesine ve geliştirilmesine dayanan bir teoriye dayanmaktadır hem de onun yine somut toplumsal mücadelelerden çıkarılmış somut sonuçlarını bir araya getirmektedir.
Aşağıda bu ilişkiyi kısa bir özet şeklinde açıklamayı deneyeceğiz.
Teorik içeriği bir yana, eğer biçimsel bir ilke olarak ifade etmek gerekirse gerek dünyada gerek Türkiye’deki muhalif, demokrat veya sosyalist hareketin yıllardır içinde bulunduğu krizin esas nedeni, henüz bölünmelerle bölünmek gerektiğini ve bunun önemini kavramamış olmasıdır.
Bunun ardında da Sosyolojinin veya Marksizm’in en temel kavramlarındaki belirsizlik, Sosyolojinin veya Marksizm’in henüz bir bilim olarak kurulmamış bulunması yatmaktadır.
Yani eğer kısaca ve daha somut olarak ifade etmek gerekirse, Toplum’un ne olduğunun ve ne zaman ortaya çıktığının tanımlanmamış olması; bunun ardında Din’in ne olduğunun tanımlanmamış olması, bunun ardında da Ulus’un ne olduğunun tanımlanmamış olması bulunmaktadır diyebiliriz.
Bu gibi, en temel olgular tanımlanmamış ve bilinmez kalınca, Devrim, Bilim, Felsefe, Sınıf, Parti, Marksizm veya Sosyoloji (yani Toplum Bilimi) gibi kavramlar da anlaşılmaz kalıyor.
Bu durum, tıpkı uzay, zaman, ağırlık, kütle vs. gibi kavramlar ve soyutlamalar olmadan bir fizik veya canlılık, mutasyon, tür, popülasyon gibi kavramlar olmadan bir biyoloji kurmaya benzemektedir. Bu kavramların olmadığı ve doğru dürüst tanımlanıp ilişkilerinin netleştirilmediği bir fizik veya biyoloji nasıl düşünülemez ise, üstyapı, din, ulus vs. gibi kavramlar olmadan bir Marksizm veya Toplum Bilim (Sosyoloji) de düşünülemez.
Bir örnek olarak, konumuzla da bağlantılı, Din ve Tarikat (Parti) olgularını ve kavramlarını ele alalım.
Tarikatlar, kapitalizm öncesinin partileridir. Bu nedenle Partiler de modern toplumun dininin tarikatları ya da mezhepleri olarak anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. Din konusunu kısaca ele aldıktan sonra Parti (Mezhep, tarikat, sekt) konusuna tekrar geleceğiz.
Din klasik Marksizmce henüz tanımlanmamıştır, dolayısıyla ne Toplum’un ne olduğu ne de Ulus’un ne olduğu da tanımlanmamıştır dedik.
Din deyince herkesin aklına otomatikman inanç kavramı geliyor. Yani bilim dışı, akla ve kanıtlara yer vermeyen. (Din’in “kişisele”, “özele ilişkin” şeklindeki hukuki anlamını şimdilik bir yana bırakalım. Aslında bu da tıpkı “inanç” gibidir. Ve zaten dinin epistemolojik bir kategori olarak tanımlanması, onun özele ilişin, yani hukuki bir kategori olarak tanılanmasının bir aracı olmasıyla ilgilidir ama burada buna girmeyelim konuyu dağıtmamak için.)
Ama böyle yapılarak aslında dinin sosyolojik değil, epistemolojik bir olgu ve kategori olduğu yönünde bir varsayıma dayanılmış oluyor.
Dolayısıyla buradan da Din, Bilimle zıtlık içinde ele alınıyor. Yani olaylara, kanıtlara ve akıl yürütmelere dayanmayan bir düşünce yöntemi olarak, yani bir “inanç” olarak ele alınıyor.
Ve bu anlamda Din’i bir inanç olarak ele alıp inancı eleştirenler ve savunanlar, dini doğa bilimlerine ilişkin bir teori, ama olaylara ve deneylere dayanmayan bir teori gibi ele alıp tartışılmış oluyorlar.
Halbuki, burada Din’i böyle ele almanın, yani din ve bilimi zıtlık içinde ele almanın, Din’i bir epistemolojik kategori veya olgu olarak, dolayısıyla da doğa bilimlerine ilişkin akıl dışı, saçma bir teori olarak ele almanın ve böyle tartışmanı kendisi sosyolojik olarak bilim dışıdır.
Çünkü sosyolojik olarak sosyolojik bir olgu ve kategori olan ve bütün toplumlarda görülen dini, epistemolojik bir olgu veya kategori olarak ele almanın kendisi, din epistemolojik bir olgu ve kategori olmadığı, dolayısıyla da inanç diye bir sosyolojik bir kategori olmadığı için yanlıştır ve bilim dışıdır.
Yani din karşısında, bilimi savunmanın kendisi bilim dışıdır.
Çünkü Din epistemolojik bir sorun değil sosyolojik bir olgudur.
Ama aynı zamanda işin en ilginç yanı, Din’i böyle bilim ile zıtlık içinde ele almanın kendisi modern toplumun dininin kendisinin dayandığı bir varsayımdır, bu dinin bir dışavurumudur, görünümüdür.
Yani, dini epistemolojik bir sorun olarak ele almanın kendisi tamı tamına bir dinin, modern toplumun dininin, ön kabulüdür.
Ve bizzat bu ön kabulün kendisi toplumun sınırlarını çizmenin ve toplumsal ilişkileri düzenlemenin bir aracıdır. Yani bu tartışmadaki tarafların hiç de düşünmediği ve kavramadığı anlamda bu kabulün kendisi bir Din’in temelidir hatta bir dindir bile denebilir, modern toplumun dinidir ve dini inanç olarak ele alıp tartışmak, bu dinin içinde bir tartışmadır. Teolojik bir tartışmadır. Aynı dinden olanların, dini inanç olarak tanımlayanlar dininden olanların bir tartışmasıdır.
Çünkü modern toplumun dini, din tanımı üzerinden kurulmuş ve kendisinin kendi tanımına göre din olmadığını iddia eden bir dindir.
Bu nedenle aslında bir “kendine gönderme”dir. Yani kendini işaret eden bir önermedir, bir döngüdür. Antinomi gibidir, ama onun çelişkisizidir. Aynı temel mantık yanlışını içerir.
Bu toplumun din tanımını alıp dinin ne olduğunu araştırmaya kalktığınızda, aslında sosyolojik olarak dinin ne olduğunu anlamazsınız ama nesnel olarak bu toplumun dinini yeniden üretmiş olursunuz.
İşte Klasik Marksizm’in anlamadığı ve görmediği tam da buydu. Bu nedenle bir Üstyapılar Teorisi yoktu, bu nedenle Din Teorisi yoktu ve bir Din Teorisi olmadığı için de bir din teorisi bulunmadığının da farkında değildi. Ve nihayet bunların dolaylı bir sonucu olarak da bir ulus ve ulusçuluk teorisi (milletler ve milliyetçilik teorisi) de yoktu.
Dolayısıyla Marksistler ve Marksizm, nesnel olarak, bu dinin savunucusu ve yayıcısı işlevi görüyordu ve bu din karşısında bilimsel bir din tanımına dayanan (yani dini sosyolojik bir olgu olarak ele alan ve bilimsel olarak öyle tanımlayan) bir bilim dolayısıyla da bir din (yani toplumun ilişkilerini bilimsel olarak düzenleme ve sınırlarını belirleme işlevi göremiyordu) olamıyordu. Dolayısıyla Marksizmin ve Marksistlerin, bir “ütopyası” bir programı, bir toplum tasavvuru olamıyordu. Çünkü, programı veya ütopyası sadece ekonomik kavramlara dayanıyordu ama toplumun sınırları ve ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ve düzenlenmesi gerektiği sorununu görmüyor, anlamıyor ve cevapsız bırakıyordu.
Bu nedenle Marksizm ve Marksistler kriz içindeydi ve hiçbir sorunu çözemez olarak kalıyordu.
“Militan Maddeciliğin Önemi” üzerine makale yazan Lenin’den, Tanrı fikriyle mücadeleyi gündeminin başına koymuş Richard Dawkins’e, hatta tersinden Kuran’da en modern fizik ve biyoloji teorilerinin bulunduğunu iddia eden Müslümanlara veya yaradılışçılar ve Evrimciler tartışmalarına kadar her tür yazar ve görüş, ne kadar birbirine zıt görünürlerse görünsünler, aslında aynı gizli ve ortak varsayımı paylaşmış olurlar: Din bilimle ilişki içinde ele alınması gereken epistemolojik bir olgu ve kategoridir.
Ama bu önermenin veya dayandığı gizli varsayımın kendisi, yani dinin epistemolojik bir olgu veya bu kategoriden bir “şey” olduğu yargısı, sosyolojik olarak bilim dışı bir önermedir.
Ama sadece bu kadar da değil, bu gizli varsayım veya önerme aynı zamanda modern toplumun dininin dayandığı temel kabuldür. Bu din bu kabul üzerinden şekillenmiştir.
Yani bu varsayım veya önermenin ve bunlara dayanan tarafların varlığı, yani dini bilimle zıtlık içinde epistemolojik bir sorun olarak kabul etmenin kendisi, hiç de epistemolojik bir sorun değil, anlaşılabilir ve açıklanabilir sosyolojik bir olgudurlar.
Bu konu iyi kavranınca, bütün ulusalcıların ve de Müslümanların neden aynı zamanda bilim ve din zıtlığı bağlamındaki tartışmalara çok meraklı olduğu da kolayca açıklanabilir olur.
Bu ilerici gibi görünen “bilimci” veya “gerici” (“inanççı”, “vahiyci”, görüşün, aslında aynı modern toplumun dini içinde yer alan ikisi de gerici ideolojilerin çatışması olduğu daha iyi görülebilir.
Neden böyledir? Yani neden sosyolojik bir olgu epistemolojik bir olgu olarak tanımlanmakta ve ele alınmaktadır?
Bir zamanlar, yani Aydınlanma’nın doğuşunda, toplumların ilişkilerini ve sınırlarını belirleyen dinleri, bu tahtından etmek için, yani modern toplumun sınırlarını başka bir ilkeye göre belirlemek ve ilişkilerini düzenlemek için, önce dinleri bilimle zıtlık içinde inanç olarak ele almak, inancı da özele ilişkin olarak, politik alanın dışında tanımlamak, farklı dinlerden insanları aynı Din içinde birleştirmek ve eşit kılmak için gerekliydi. Elbet bunu zorlayan üretici güçlerin gelişimi, buna bağlı olarak meta üretimi ve dünya ticaretinin yayılması ve gelişimiydi.
Bu ele alış ve ayrım, klasik Marksizmin “burjuvazinin devrimci dönemi” dediği dönemde (ki bu kavram da sorunludur, aslında burjuvazi hiçbir zaman devrimci olmamıştır, ama bu başka bir tartışmanın konusudur), yani Aydınlanma döneminde, iyi kötü ilerici ve devrimci, yani farklı dinlerden insanları, politik olarak, devlet karşısında eşitleyici bir işlev görmüştü. Modern toplumun dini, bu döneminde kozmopolit, insanları birleştirici ve eşitleyiciydi ve gerek özel ve politik ayrımı, gerek bu ayrıma dayanarak dini politik alanın dışına çıkararak ve çıkarmak için özele ilişkin olarak, yani inanç olarak tanımlamak ilerici ve devrimci bir işlev görüyordu. Yani var olan bölünmelerle bir bölünmeydi. Var olan bölünmelerle bölünerek insanların biçimsel eşitliğini ve birliğini savunmuş oluyordu. Yani Hristiyan, Müslüman, Protestan, Katolik, Musevi, Şii, Hindu, Budist, Şamanist gibi bölünmeyle bunları kişilerin özel sorunu olarak kabil edenler ve etmeyenler bölünmesini geçirmiş oluyordu. Tam da bu nedenle tüm bu dinlerin içinden aydınlanmacılar (ve daha sonra da Aydınlanmanın karşı devrime uğramış biçimiyle ulusçular) çıkıyordu.
Aydınlanma, tıpkı putlar (kabileler veya aşiret düzeni ve onun totemlerle, potlarla bölünmüşlüğü) karşısında İslam’ın Allah’ının totemlere göre bölünmeyle bölünmeyi ifade etmesi gibi, eski bölünmelerle bir bölünmeyi ifade ediyor, kökten bir paradigma değişimi yapıyor geniş kesimleri birleştirme ve ilişkilerini düzenleme işlevi görüyordu.
Ve var olan bölünmelerle bölünen Aydınlanma Dininin (Evet Aydınlanma sosyolojik olarak ve kendi iddiasının aksine ve tam da bu nedenle bir dindir, din olmadığını, dinlerin özele ilişkin olgular veya epistemolojik olgular olduğunu iddia eden, ama aslında tam da bu normatif kurala göre toplumun sınırlarını çizen ve ilişkilerini düzenleyen (Dinler sosyolojik olarak tam da bunun yaparlar: Toplumların sınırlarını çizerler ve ilişkilerini düzenlerler) bir Dindir.) insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini geçirerek bir karşı devrime uğradığı gerçeğini es geçerek bunu gündemden düşürmek, aslında bu en gerici ulus ilkesine dayanan devletleri ve bölünmeleri savunmaktan başka bir anlama gelmez.
Hele bir dille, bir dinle tanımlanmış bir ulusun ve ulusçuluğun olduğu Türkiye gibi bir ülkede bu türden evrimci ve yaradılışçı gibi tartışmalar, faşizmin ideolojik ve politik egemenliğinin bir aracıdırlar.
Böylece ulusalcıların ve bu tartışmalara (akıl mı inanç mı, bilim mi din mi?) çok teşne İslamcıların aynı madalyonun veya gericiliğin iki yüzü oldukları daha iyi kavranabilir.
Bugün egemen olması gereken tartışma, modern toplumun dininin ve onun karşı devrime uğramış biçimi olan ulusların ve ulusçuluğun nasıl akıl, mantık ve bilim dışı olduğunu, insanlığın yok oluşuna yol açacağını göstermektir.
Günümüzde Lenin’in dediği “militan maddeciliğin” savunusu veya “inanç mı akıl mı, din mi bilim mi?” tartışması ancak dinin, ulusların ve ulusçuluğun sosyolojik olarak ne olduğu (Yani Marksizmce nasıl açıklanacağı) düzeyinde yürüyebilir ve yürümelidir.
Tıpkı bir zamanlar dinlerin politik alandan dışlanmasında ve bunun için de “özele ilişkin” (hukuki) veya “inanca ilişkin” (epistemolojik) bir sorunu olarak kabul edilmesinde olduğu gibi, ulusların ve ulusçuluğun her türlü politik bağlamdan koparılarak kişilerin özel sorunu yapılması, yani ulusların ve ulusal devletlerin yıkılması için bir teorik, “ideolojik” veya “felsefi” ön hazırlık gerekir.
Aydınlanma öncesinde Descartes’tan Kant’a kadar birkaç yüzyılda felsefenin yaptığı bu hazırlığı, bugün insanlık, ya da Marksistler zamana karşı bir yarış içinde, dinin ve ulusun sosyolojik tanımı ve buna bağlı olarak modern toplumun tüm kavramlarının yeni baştan sosyolojik olarak tanımlanması bağlamında yapmak zorundadırlar.
Bir zamanlar Aydınlanma bütün dinleri özel olana veya inanca atarak var olan dinlerin bölünmesiyle nasıl bölündüyse, bugün de uluslar bölünmesiyle bölünmek, Aydınlanma’nın ikinci versiyonunu oluşturmak gerekmektedir.
Yani yeryüzünde bugünkü uluslar ve ulus devletler bölünmesiyle bölünmek, bugün dünyadaki bütün devletlerin dayandığı temel ilke olan, ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesiyle, yani ulusçulukla, yani bu aydınlanmanın kozmopolitliği dünya çapındaki insanların ve yurttaşların eşitliği ilkesini tersine çevirmiş, karşı devrimci, gerici dinle ve onun bölünmeleriyle bölünmek gerekmektedir.
Yeryüzü ölçüsündeki bütün sol, muhalif, devrimci ve sosyalist hareketin krizinin temelinde, sorunun henüz böyle koyulmamış olması ve dolayısıyla böyle koyuşun politik sonuçlarından çok uzaklarda bulunulması yatmaktadır.
Tarihteki bütün devrimler (Ki bugünkü Devrim kavramı da sadece politik iktidarla tanımlanmış olduğundan ulusçuluğun ve ulusal devletlerin gerici varsayımlarını yeniden üretmektedir. Bugün dünyada devrimci de yoktur bu nedenle. Çünkü ulusal devletler çerçevesindeki değişiklikler gerçek devrim olamaz, çünkü bir devrim ancak uluslara karşı olabilir) var olan bölünmelerle bölünerek gerçekleştirilmiştir.
Yani günümüzün devrimi var olan bölünmeyle bir bölünme olmak zorundadır.
Aslında tarihteki bütün devrimler var olan bölünmelerle bir bölünmedirler. Yeni dinler, eski dinlerin bölünmeleriyle bölünerek ortaya çıkarlar. Devrimler toplumsal ilişkileri düzenleyen ve sınırları çizen yeni bir bölünmenin eski bölünmelerin yerini almasından başka bir şey değildirler.
Kabilelere bölünmüş bir dünyada, ticaretin ve şehirlerin ortaya çıkmasıyla, bir zamanların totemlere dayanan toplumlarının yerini yeni ihtiyaçlara uygun bir toplumun alması, yani yeni duruma uygun sınırların çizilmesi ve ilişkilerin düzenlenmesi, kabile (klan, gens) bölünmesiyle bölünmeyi gerektirmiştir.
Adem’de sonraki ilk büyük peygamber olan hazreti Nuh, aslında, tüm kabilelerin totemlerini aynı panteonda toplayarak (Nuh’un gemisi ve ona alınan hayvanlar), o zamanın bölünmeleriyle bir bölünme gerçekleştirmişti. Bu nedenle belki ilk büyük devrimciydi Nuh. Nuh’un gemisi, aslında bir Sümer Zigurratı, gemisine aldığı hayvanlar ve bitkiler de kabile sisteminin totemleriydi (Putlarıydı).
İbrahim, diğer putların (totemlerin) var olan bölünmesi ile, bir tek Allah ve diğer diğer putlar bölünmesi tarzında yine var olan bölünmelerle bölünerek, bütün tek tanrılı dinlerin dayanacağı paradigmayı yaratmış ve en azından 12 Yahudi kabilesi içindeki bölünmelerle bölünerek, ilk tek tanrılı dini kurmuştu.
Ama diğer totemlerin tanınmamasını şart olarak koşan İbrahim ve Musa’nın tek tanrısı bile, henüz Yahudilerin dışındaki toplumları, aynı Tanrının kulluğunda eşitleme iddiasından uzaktı. Bunu sadece Yahudilerden talep ediyordu. Allah henüz tüm insanların ve tüm toplumun değil, bir “kavimin”, bir kastın tanrısı olabilmişti. Diğer tanrılar yerlerinde duruyor ve onları da birleştirme gibi bir iddiası bulunmuyordu. O henüz seçilmiş bir “kavmin” (bir kastın) tanrısıydı.
Çünkü birkaç bin yıllık uyarlık tarihi boyunca, ilk kez Nuh’un keşfettiği farklı kabileleri aynı bütünde birleştiren, onların totemlerini toplayan Panteon (Zigurrat, Kabe) kabile totemlerinin toplandığı, kabilelerin ilişkilerini düzenleyen bir yer olmaktan çıkmış, dönüşmüş ve daha soyut hale gelip, daha geniş alanları kapsayan toplumların-dinlerin temsilcisi olan tanrıları bir araya getiriyordu. Büyük imparatorlukların Kabeleri, panteonları böyleydi. Nemrut dağındaki bir bölüğü doğuya, bir bölüğü batıya bakan tanrılar Doğu ve Batı tarafında bulunan toplumların tanrılarıydı ve büyük ölçüde kabile totemleri olmaktan çıkmış çok daha büyük toplulukların tanrıları olmuşlardı. Tanrılar somut toplumları temsil ederler.
Allah önceleri onlarla açıktan bir savaşa girip kendi egemenliğini, yani tüm insanların Allah’ın kulları olarak eşitliğini kuramayacağından, önce bir kabilenin veya kabileler federasyonunun (12 Yahudi kabilesi) tanrısı olabildi ve dolayısıyla diğer tanrıların yanında, kastlara dayanmayan Akdeniz-Önasya dünyasında bir ticaret kastının kuruluşunun aracı oldu.
Hıristiyanlık da var olan bölünmelerle bir bölünmedir aslında. Roma İmparatorluğunda yüzlerce Tanrı vardı. Bunlar farklı toplulukları sembolize ediyorlardı. Romalılar her fetih ettikleri yerin tanrısını alıp kendi panteonlarına koyarak sisteme entegre ediyorlardı. Roma’nın kurduğu sistem bölünmelerle bir bölünme olmaktan uzaktı. Bunu ancak daha sonra Hıristiyanlık sağlayabildi. Ve Roma imparatorluğu alanındaki insanları aynı Din (aynı sınırlar ve ilişkiler) içinde birleştirebildi.
Hıristiyanlık Yahudilik içinde din adamları oligarşisine karşı bir parti (sekt, tarikat), yani sınıf mücadelesi aracı, olarak ortaya çıkmıştı. İsa’nın küçük sekti, Yahudilik içinde bir bölünme olarak kalsaydı, örneğin Essenliler gibi, o zamanlar çok güçlü olan, sonra adı bile anılmayan unutulan, bilinmez bir parti (sekt, mezhep-tarikat) olarak kalırdı.
Ama Antakyalı Paulus, bu partiyi (sekti, tarikatı) bir dine dönüştürdü. Bunu var olan bölünmelerle bölünerek yaptı. İsa’nın öğretisini var olan bölünmelerle bir bölünmenin aracı yaptı. Bunun için de ilk Hıristiyanlar içinde, Yahudiliğin içinde bir mezhep olarak doğan Hıristiyanlığa başka dinlerden kimsenin kabul edilmemesini savunan Yahudilere karşı savaşarak, Yahudiler ve diğer dirlerden olanlar böünmesiyle bölünerek, tüm dinlerden herkesin Hıristiyan olabileceğini savunarak o küçük tarikatı, tüm Roma topraklarında egemen olacak bir dine dönüştürdü. Ve yine büyük bir devrim yaptı.
Muhammet de Mekke’deki putları yıkarken, yine var olan bölünmelerle bölünerek en azından üç uygarlık alanına yayılabilen ve insanları bu alanlarda Allah’ın kulluğunda birleştirip eşitleyebilecek bir din kuruyordu.
Bu tanrının var olan putlar bölünmesi ile bölünmesi ve bir kastın tanrısı, eşitsizliğin tanrısı olmaktan çıkıp, bütün insanların eşitliğinin tanrısı olabilmesi için binlerce yıl geçmesi, Hazreti Muhammet’in gelmesi gerekiyordu. Allah ancak o zaman tam anlamıyla bir kastın tanrısı olmaktan çıkıp, tüm uygarlık alanlarının eşitleyicisi olabilecek gücü ve iddiayı ortaya koyabilmişti.
Ama bütün bu dinlerin hepsi, aynı zamanda daha ilk başarılarını kazandıklarında egemen devletler ve sınıfların gerçekleştirdiği birer karşı devrim yaşadılar.
Yeni dinler, yani bu devrimler yayılışlarını bu karşı devrime uğramış biçimler içinde gerçekleştirdiler.
Diyebiliriz ki, sınıflı toplumlar boyunca devrimler, ya da yeni dinler, karşı devrime uğramış biçimleri içinde yayılmışlardır. Marks’ın dediği devrimi öldürenler onun vasiyetini yerine ettirirler önermesi, başka bir bağlamda söylenmiş olsa da, bir yanıyla da bu gerçeğin modern tarihin olguları ışığında sezilmesidir.
Bu yayılışları boyunca uyarlığa yeni geçen genellikle henüz komünal ilişkiler içindeki toplumların o dinlere geçmesiyle bir gençlik aşısına uğrayarak, devrimci dönemlerinin soluk bir yankısına, bir Rönesans’a uğradılarsa da yeni dine geçen toplumlar da aynı akıbete (karşı devrime), hem de daha hızla uğramaktan kurtulamadılar.
Örneğin Müslümanlığa geçmiş Oğuz kabilelerinin Anadolu ve Balkan yarımadalarını, Berberi kabilelelerinin İberik Yarımadasını, Özbek kabilelerinin Hint alt kıtası veya yarımadasını ele geçirmeleri, aslında İslam’ın karşı devrime uğramış biçiminin uygarlığa yeterince bulaşmamış toplulukların sağladığı gençlik aşılarıyla yayılışından başka bir şey değildir.
Buradan şu sonuç çıkar, gerçek devrimler toplumun sınırlarını yeniden çizer ve ilişkilerini düzenler. Yani devrimler, bir dinden diğer dine geçiş sağlarlar. Diğer bir ifadeyle, devrimler, var olan dinler ve/veya bölünmelerle bir bölünmedirler ve bu bölünmeler temelinde yeni bir dinin doğuşu ve kuruluşudurlar.
Bu nedenle partiler, yani mezhepler veya tarikatlar devrim yapamazlar. Çünkü onlar verili bir din veya toplum içinde, farklı sınıfların konum ve çıkarlarını korumanın aracıdırlar. Var olan dinler içinde bir bölünmedirler. Var olan dinlerle bir bölünme değildirler ve paradigmaları da buna uygun değildir. Çünkü başka dinlerle bölünecek, onları da kapsayacak bir paradigmaları yoktur ve başka dinlerin içinde bölünmelere yol açamazlar.
Örneğin, Hıristiyanlığın veya Budizm’in içinde bir Alevilik yoktur, Protestanlık Müslümanlığın veya Hinduizm’in içinde olamaz. Dolayısıyla örneğin İslam’ın içinde bir ezilenler (köylüler) partisi olan Alevilik, birer din olan Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm vs. gibi bölünmelerle bölünemez, böyle bir bölünmenin aracı olamaz. Bunu başaracak bir sosyal ve kavramsal temelden yoksundur. Bu nedenle devrim yapamaz. Mezhepler ve tarikatlar, yani eski çağların partileri, sadece var olan bölünmelerden biri içinde (örneğin İslam’ın içinde) sınıfsal bir bölünmenin ifadesi ve belli bir sınıfın çıkarlarını korumanın aracı olabilir.
Bu bütün dinlerin içindeki bölünmeler için geçerlidir.
O halde sosyolojik olarak Din, alışıldığı ve yaygın olarak görüldüğü gibi, bilim ile değil, Parti yani Tarikat, Sekt, Mezhep gibi kavramlarla, yani bir din içindeki genellikle belli sınıfsal bölünmelere karşılık düşen kavram ve olgularla zıtlık içinde ele alınmalıdır.
Bu nedenle Partiler (mezhepler, tarikatlar de antik çağın partileridir) devrim yapamazlar. Çünkü var olan bölünmelerle bölünemezler.
Bir parti, ancak bir parti olmaktan çıkıp, bir din olduğunda veya var olan bölünmelerle bir bölünmeye dönüştüğünde bir devrim yapabilir.
Bunun en güzel ve somut örneği Hristiyanlıktır. Haham oligarşisine karşı bir sekt, bir parti olmaktan çıkıp, Roma İmparatorluğu alanındaki bütün bölünmelerle bölünerek bir Din olduğunda ancak bir devrim başarabilmiştir. Benzeri minyatür ölçülerde İslam ve Aydınlanma’da da görülebilir.
İslam başlangıçta Kureyş’li Patricilere (soylu ve zenginlere) karşı, Mekke’nin pleplerine (yoksullara) dayanan bir partiydi. Kuran’ın ilk dönem ayetleri (Bahçe sahipleri vs.) genellikle sınıf farklarına vurgu yapar.
Hatta peygamberliğinden önce, Muhammet ilk başta Hazreti Nuh gibi, bir yöntem izleme denemelerinde de bulunmuştu. (Örneğin aşiretler arasındaki kim taşıyacak kavgasına karşı, Hacer ül Esved taşını bir bezin üstüne koyup, çeşitli aşiretlerin ortaklaşa taşımaları ve böylece kavgayı engellemesi meselinde olduğu gibi.)
Ancak bütün bu tecrübelerle bunun çıkmaz olduğunu görünce var olan aşiret bölünmelerine karşı savaş açabildi.
Aydınlanma da böyledir. Var olan dinlerle, yani bölünmelerle bir bölünmedir. Tüm sınırların ve ilişkilerin yeniden tanımlanmasıdır, Dolayısıya yeni bir din olabilmiştir. Tam da var olan dinlerle bölünme olduğu için tüm dinlerden kendisi için savaşacak gönüllüler bulabilmiştir. Tıpkı ilk Hristiyan veya Müslümanların da farklı dinler ve kabilelerin içinde Hıristiyanlık ve Müslümanlık için savaşacaklar bulabilmesi gibi.
Aydınlanma da bir dünya pazarı ve ticaretinin ortaya çıkışının ürünüydü. Ama bu dünya pazarı ve ticareti fiili ve ekonomik olarak birliğine rağmen, binlerce yıllık uygarlık dinleri içinde (keza komünlerin dinleri içinde) bölünmüştü. Aydınlanma eğer Protestanlık gibi çıktığı yerdeki din içinde bir bölünme olarak kalsaydı tüm dünyaya yayılamazdı ve diğer dinlerden insanların içinde taraftarlar bulamaz onları bölemezdi, dünyayı birleştirmenin bir aracı olamazdı.
Aslında bu bakış açısından Nuh ve İbrahim’den başlayarak Aydınlanmaya kadar bütün dinlerin ortaya çıkışı ve yayılışı, üretimin ve ticaretin ortaya çıkardığı fiili ilişkilere uyun bir üstyapının ortaya çıkıp yerleşmesinden başka bir şey değildir ve aynı geleneğin devamıdırlar.
Bütün bu devrimlerde, yeni dinler var olan bölünmelerle bir bölünme olarak ortaya çıkmışlardır. Bir parti veya tarikat ancak bir parti veya tarikat olmaktan çıktığında yeni bir din olarak ortaya çıktığında köklü bir değişiklik yapabilmiştir.
Aydınlanmadan önce Protestanlık, Püritenizm, Kalvenizm vardı. Yani Hristiyanlık içinde partiler. Bunlar hiçbir şekilde tüm dinlerden insanları birleştirecek bir paradigma sunamazlar, yepyeni bir dine dönüşemezlerdi. Protestanlığın sınırlarını aşıp, onu da bir kişisel soruna indirgeyen Aydınlanma bunu başarabildi.
Aydınlanma dini, o zamanların dünyasına egemen olan Hıristiyanlık, İslam, Budizm, Brahmanizm, Taoculuk, Konfüçyüsçülük gibi büyük uygarlık dinleri karşısında, nasıl bir ilkeye dayanarak, bu çok farklı paradigmaları olan dinlerle bölünüp tüm yeryüzünü bir tek din içinde birleştirebilir, eşitleyebilir ve ilişkilerini düzenleyebilirdi?
Bunun tek bir yolu vardı, o dinleri, yani var olan sınırları ve bölünmeleri ve ilişkileri, kişilerin özel sorunu olarak tanımlamak ve toplumun fiili örgütlenmesinin, ilişkilerinin düzenlenmesinin ve sınırlarının çizilmesinin aracı olmaktan çıkarmak ve tem da bu işlemin kendisiyle ilişkileri yeniden düzenleyip sınırları çizmek.
Bunun için de toplumsal hayatı, özel ve politik diye iki alana ayırmak gerekiyordu.
İnsan hakları evrensel beyannamesinin birinci maddesinin yaptığı tamı tamına budur. İnancın, düşüncelerin (yani uygarlık dininden isen uygarlık dinin), (veya uygarlık öncesi bir dinden isen) soyun (klanın, totemin) senin özel sorunundur, diğer insanlarla eşit olmana engel olmaz diyordu. Ancak böylece tamamen farklı dinlerden insanlar, bu din ister “soya” dayanan bir komün dini, isten “inanca” dayanan bir uygarlık dini olsun, eşit yurttaş olabiliyorlardı.
Bu sayede Çin’den Mağribe kadar milyonlarca insan bu dinin gönüllü savunucuları oldular.
Ancak bu yeni din de tıpkı öncekiler gibi daha ilk adımlarını attığında bir karşı devrim yaşadı. İnsanları eşitlemenin aracı olan özel ve politik ayrımı, politik olanı bir toprak parçasında yaşayanlarla veya bir dilden, bir dinden olanlarla tanımayarak, yani ulusları ve ulusçuluğu icat ederek, insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini geçirerek devletlerin ve yıktığından daha derin, korkunç ve her türlü değerden yoksun bölünmelerin temelini attı.
Bu Aydınlanma devriminin yayılması da işte bu karşı devrimci biçiminde, uluslar ve ulusçuluk biçiminde oldu. Ulusçuluğun yayılışı, aslında Aydınlanma devriminin karşı devrime uğramış biçiminde yayılmasından başak bir şey değildir.
Aydınlanma devriminin ikinci baskısı da Rusya’da Ekim Devrimi’nde yaşandı ama o da birincisinin Napolyon karşı devrimiyle ezilmesi gibi Stalin karşı devrimiyle ezildi. Kendisini ezen karşı devrimciler aracılığıyla da yayıldı.
Ama bu devrimin her yayılışı, ki bu fiiliyatta sömürgeciliğe karşı ulusal savaşlar biçiminde ortaya çıkmıştı, aynı zamanda Aydınlanma’nın fikirlerinin ve özlemlerinin silik yankılarının yeniden canlanması, birer kısa süreli gençlik aşısı olduysa da orijinalinden daha kısa zamanda ve daha kötü karşı devrimlere uğradılar. Neredeyse bütün ulusal kurtuluş savaşlarının kaderi bunun bir kanıtını oluşturur.
İşte bugün dünyadaki uluslar ve ulusal devletler düzeni, bir karşı devrimin düzenidir. Uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı esas sorun olarak ele almadan, dolayısıyla bu bölünmeyle bölünmeden, yani “ulusal olanın olanın politik olanla çakışması ilkesini” (ulusçuluğun ve ulusal devletlerin varlığının dayandığı temel ilkedir bu Gellner’in tanımı ve formülasyonu) sorgulamadan ve ona karşı savaş açmadan bu düzeni yıkmak mümkün olamaz.
Ulusal devletler içinde tarikatlar veya partilerden, yani var olan fiili bölünmeler içinde alt sınıfların çıkarını savunmanın aracı olan partiler ve tarikatlardan başka bir şey olmayan bugünkü, enternasyonalist (yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini, ulusçuluğun bu ilkesini, sorgulamayan aksine onu savunan, ona dayanan) sosyalist ve Marksist partiler bu nedenle bir devrim yapamazlar ve insanlığın içinde bulunduğu çıkmaza karşı bir çözüm sunamazlar.
Bugün bir devrimci hareket, yeni bir din, Aydınlanma’nın geleneğine dayanarak, ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın da kişilerin özel sorunu olmasını, savunan bir hareket olabilir.
Yani tıpkı İslam’ın kaynağa (İbrahim’e) dönerek, ama onu yeni koşullarda yeniden tanımlayarak yaptığının benzerini yapmak gerekmektedir. Özel ve politik ayrımına dayanmak ama bu ayrıma dayanarak nasıl tanımlanırsa tanımlansın bütün ulusları ve ulusçuluğu kişilerin özel sorunu yapmak. Politik olanı ulusal olanla tanımlamaya karşı tanımlamak.
Çünkü ancak bu ilkeyi savunarak var olan bölünmelerle bölünülebilir ve yeryüzü ölçüsünde bir tek “devlet”, aslında devlet olmayan devlet kurulabilir.
Sınıf mücadelesinin aracı olan partiler ancak böyle bir programı benimsediklerinde bir dinin yeni savunucu, savaşçı ve yayıcılarına dönüşebilirler.
İşte Dinin gerçek sosyolojik ve bilimsel bir tanımı yapıldığında, yani Marksizm gerçek bir bilim olduğunda, Sosyoloji yeniden kurulduğunda, Toplum, Din, Ulus gibi kavramlar bilimsel olarak tanımlandığında, Marksizm gerçekten bir partinin ideolojisi olmaktan çıkar bir din olur. Aydınlanmanın din bilim zıtlığının yerini dinin (yani toplumun sınırlarının ve ilişkilerinin toplumsal hayatın ve hareketin yasalarına uygun olarak yeniden tanımlanması ve şekillenmesi) bilimle özdeşleşmesi alır. Marksizm ancak gerçekten bir bilim olduğunda bir din olabilir ve bir devrim gerçekleştirebilir.
Buraya kadar genel ve teorik alanda kaldık. Bu arka plan bilinmeden bizim Türkiye’deki güncel politikaya ilişkin, stratejiye, taktik ve mücadele biçimlerine ilişkin önerilerimiz anlaşılamaz.
Stratejiye, programa ilişkin bir örnek vereyim: Sık sık, “Türkiye’de demokrat yoktur. HDP’nin programı bile demokratik değildir” diyorum. Ve ona “Kürtlüğün tanınması” değil, “Türklüğün de tanınmaması” programını öneriyorum ve ancak böyle bir program ile ancak Türklerin de demokratik mücadeleye kazanılabileceğini ve dönüşebileceklerini yazıyorum.
Yukarıda yazılanlar ışığında bakıldığında bunun var olan bölünmelerle bir bölünme önerdiği, gerici ulusçuluğa karşı nispeten demokratik bir ulusçuluğu Türkiye ve Ortadoğu için bir program ve strateji olarak önerdiği görülebilir.
Nasıl?
Yukarıda açıklanan Aydınlanma’nın uğradığı karşı devrim de aslında iki aşamalı olmuştur.
Birincisinde ulus bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanmıştır. Bu karşı devrimde devlet henüz, dil ve din körüdür. Ulus dili, dini ne olursa olsun o devletin topraklarında yaşayanları kapsar ve eşitler. Diğer ulus ve devletlerle bölse de. Buna nispeten “demokratik bir ulusçuluk” diyoruz, özünde bu da bir karşı devrim olmakla birlikte. Çünkü insanların evrensel ve kozmopolit eşitliği yerine ulusların eşitliğini getirmiş, dolayısıyla Aydınlanma’nın tüm insanların eşitliği ilkesini ortadan kaldırmıştır.
İkinci karşı devrimde ise, ulus bir dille, kültürle, dinle, kanla, soyla vs. veya bunların çeşitli bileşenleriyle tanımlamıştır. Bu ikinci karşı devrimin ya da ulusçuluğun anavatanı da Almanya’dır. Bu iki farklı ulusçuluğa, hiç de özlerindeki farklıları yansıtmayacak şekilde Fransız ve Alman ulusçulukları denilmekte bu farklılık sanki iki farklı kültürün farkıymış gibi koyulmaktadır.
İşte politik olanın bir dille, dinle vs. tanımlanmış ulusçuluğuna karşı ulusun bir dille, dinle tanımlanmaya karşı tanımlanmasını getirerek, bugünkü bölünmeyle bölünen nispeten demokratik devrimci bir program öneriyoruz.
İşte programatik, politik ve stratejik olarak bunları savunurken, yani var olan bölünmeyle bölünen bir politik hareket yaratmaya çalışırken aynı zamanda bu tür bir bölünmenin teorik arka planına ilişkin de yukarıda kısaca özetlenen teorik çalışmalar yapıyor, ezberleri bozuyoruz.
Ama bunlarla da yetinmiyoruz. Bu politik, programatik ve stratejik hedeflere yönelik olarak aynı zamanda günlük politikanın tamamen en acil ve can alıcı, taktiklerine, örgüt ve mücadele biçimlerine yönelik sorunlarında da öneriler yapıyoruz.
Ve bu önerilerimiz hem politik ve stratejik hedeflerle hem de onların ardındaki teorik önermelerle tam bir uyum halindedir.
Ama aynı zamanda tam da yine bölünmelerle bölünme yaklaşımıyla politik taktikleri ve örgütlenme anlayışlarını ortaya koymaktadır.
Bugün toplumsal muhalefet bölünmüş bulunmaktadır. Bu bölünmüşlüğü birleşelim demekle birleştirmek mümkün değildir. Biz fiiliyatta bu bölünmeyle bölünme yaratacak, insanların bizzat eylem içinde deneyerek yaşayarak değişeceği ve var olan bölünmelerle bölünebileceği bir biçim öneriyoruz.
Bugün toplumsal muhalefet nasıl hareket ediyor?
Öncelikle her parti, her örgüt kendi bayrağı, flaması, sloganı, müziği vs. ile bir gösteri veya protestoya katılıyor veya kendisi böyle örgütlüyor.
Ama bu onu toplumun diğer kesimlerinden ayırmış oluyor aynı zamanda. Böylece geniş kitlelerin, inancı, soyu, sopu, görüşü ne olursa olsun somut bir hedef etrafında bir araya gelmesi olanağı ortadan kalkıyor.
Diğer bir sorun da politik özgürlükler alanında bu özgürlükleri savunma biçimine dönüşüyor her eylem. Yani bir politik özgürlüğü kullanma aracı oluyor. Devlet saldırınca bunu savunmak için genellikle direniliyor. Direnilince de ya çatışma, gözaltı ve tutuklamalar oluyor ya da bir süre sonra katılım azalınca artık hiçbir şey yapılamaz hale geliniyor. Tabii her iki halde de kitlelerin katılımı olanaksızlaşıyor. Küçük aktif grupların ötesinde ciddi bir direniş, örgütlenme görülemiyor.
İşte önerdiğimiz biçim iktidarın silahını hem ona karşı bir silaha dönüştürmek hem de aynı zamanda bu silahı var olan bölünmelerle bölünmenin bir aracı olarak kullanmak anlamına geliyor.
Bugün gelin bir miting yapalım, kimse kendi bayrağını taşımasın ya da şu ortak bayrak ve slogan etrafında birleşip bir şey yapalım dense, bu hem olanaksızdır hem de yeni ayrılıkların kapısını açar. Diyelim bir bölüm anlaştı ama anlaşamayanlar bunun dışında kalır vs..
Halbuki bu birliği sağlayacak olan bizzat iktidarın terör rejimidir.
Politik haklar alanına girmeden eylem yapmak dediğimiz bir taşta iki kuş vurmaktadır.
Birincisi, iktidarın her türlü politik eyleme karşı kullandığı polis gücünü kullanamaz kılmaktadır. Çünkü ortadaki politik eylem politik alana giren bir eylem yapmamaktır.
Hiçbir set çıkarmadan, bayrak flama taşımadan her gün aynı saatte aynı yerlerde bulunmak hukuken politik bir eylem değildir ve bunu politik bir eylem olarak görüp dağıtmak da hem hukuken hem de pratik olarak olanaksızdır. Çünkü aynı zamanda direnilmeyecektir. Burada durma, orada dolaşma, şurada oturma dendiğinde biraz ötede bütün bunlar yapılmaya devam edilecektir. Bunu kanıtlama ve buna karşı bir tedbir geliştirme olanaksızdır. Çünkü temel insanlık hakkıdır bir yerde bulunmak, yürümek, oturmak, dolaşmak, sohbet etmek vs..
Ama bize hem polisle çatışma olmadığı için. Geniş kitleler açısından bir riski olmadığı için, ama aynı zamanda memnuniyetsizliği dışa vurma olanağı sağladığı için kolaylıkla sahiplenilip uygulanabilecek bir biçimdir bu. Yeter ki başlangıcı için küçük de olsa bir katalizör, bir maya bulunsun.
Süt ılımış içine bir parça yoğurt atıp mayalamak gerekiyor. Ortada olmayan bir kaşık maya.
Ama iktidarın bizi sıkıştırdığı politik alana girmeden politik eylem yapma biçimi aynı zamanda muhalefetin bölünmeleriyle bir bölünme yaratmak için de bir olanak olarak ortaya çıkıyor.
Kimsenin slogan atmaması, bayrak flama taşımaması, yani politik, dinsel, kültürel vs. başka bir kimlik veya bu kimliği ifade eden bir sembol kullanmaması aynı zamanda var olan bölünmelerle bir bölünmedir.
Böylece muazzam bir devrimci özellik taşımaktadır. Milyonlarca insan anlatmayla, iknayla değil, kendi denemeleriyle, mücadele içinde değişir.
Siyasi olarak kendini ifade etmenin olanaksızlığının zorunlu olarak ortaya çıkardığı herhangi bir var olan bölünmeyi ifade etmeme ve edememe durumu, zorunlu olarak, böyle bir niyet taşımasa da aslında var olan bölünmelerle bir bölünmedir.
Bizzat eyle ve deneme içinde bunun nasıl bir güç ve değiştirme gücü taşıdığı, var olan bölünmelerin çıkmazı deneyle milyonlarca insan tarafından görülebilir ve milyonlar eylem içinde kendilerini eğitip değiştirebilirler.
Bir mücadele biçimi ve taktik çerçevesinde edinilen bu ders, kısa zamanda programatik bir sonuca doğru, ulusu bir dille, dinle, kültürle tanımlayanlarla bu bölünmeyle bir bölünmeye doğru dev adımlar atabilir.
Bu somutta programatik olarak, dil ve din körü bir iliş ve ulusçuluk anlamına gelir.
Bir yasağı aşmak ve kitleselleşebilmek için buraya kadar ilerleyebilen bir hareket buradan da dünyayı kaplamış uluslar bölünmesiyle bir bölünmenin adımını atıp uluslara karşı bir savaşın bayrağını yükseltebilir. Dünyadaki bölünmelere karşı bir bölünmenin başlangıç vuruşunu yapabilir. Buna insanlığın her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı var. Değişen iklimden global pandemilere kadar her şey ulusları, ulusal devletleri mezara koymanın zamanının geldiğini bağırıyor.
Gerekli olan tek şey var: Kadıköy veya Beşiktaş’ta böyle bir hareketi başlatacak bir maya ve asgari ölçüde kritik bir kütle.
Kritik kütleye erişildiğinde bir zincirleme bir nükleer reaksiyon başlayabilir.
2 Mart 2020 Pazartesi
[email protected]