Sosyalistlik ya da Marksistlik demek devlet, millet ve sermaye düşmanlığı demektir. Ama bu işin başıdır. Gerek şartıdır. Sosyalist ya da Marksist olabilmek için ikinci şart: önce “kendi” devletine, “kendi” milletine ve “kendi” burjuvazine veya egemen sınıflarına düşman olmaktır.
Genelkurmayın psikolojik savaş dairelerinde oluşturulmuş ulusalcı sosyalizm en büyük ideolojik dayanağını, millet ve devlet düşmanlığından arındırılmış bu sözde “Marksizm” ya da “sosyalizm”de buldu.
Genelkurmay’ın egemenliğini sürdürmek için gerekli ideolojik argümanları 68’lerin kimi taktik sloganlarında bulması, zaten kapıkullarının çocukları olan ve kapıkulu olmak üzere yetiştirilmiş, gençliklerinde sola bulaşmış orta sınıflarca Genelkurmay’ın anti-emperyalistleşmesi gibi görüldü.
Böylece hepsi birer devlet yalakası olurken kendilerinin değil, yalakalık yaptıkları devletin değiştiği düşüncesiyle gençlik ideallerine bağlı oldukları yönünde bir vicdan rahatlığı içinde bulundular.
Türkiye’nin devletçiliği, özünde devlet düşmanı olan Marksizm’i ve sosyalizmi, (Unutmayalım, Marks, benim katkım sınıflar ve sınıf mücadelesini bulmak değildir, bu şeref burjuva tarihçilere aittir; benim katkım, bu savaşın var olan devletin parçalanmasını getireceği ve getirmesi gerektiği (“Proletarya Diktatörlüğü”) çıkarsamasıdır diyordu; Lenin, Ekim Devrimi arifesindeki kaçaklık günlerinde Marksizm’in bu unutulmuş önermelerini gün yüzüne çıkarmaya yönelik arkeolojik kazılar yapıyordu “Devlet ve Devrim” adıyla yayınlanacak kitabında.) kendisi gibi devletçi yaptı ve devlet sınıflarının egemenliğinin bir ideolojik aracına dönüştürdü.
Aynı devlet sınıflarının, bu egemenliği sürdürmek için reformlar yapmalıyız diyen kanadı, yani “aynı kalmak için değişmeliyiz” diye kanadı, sosyalizmin ve Marksizm’in bu bayağılaşmış ve özü çıkarılmış versiyonlarının askeri bürokratik oligarşinin en ırkçı, intikamcı ve gerici kesimince kullanılmasını fırsat bilerek bunu Marksizm ve sosyalizm sanki buymuş gibi Marksizm’e ve sosyalizme karşı ideolojik mücadelenin vesilesi yaptı. Mahçupyan’dan Belge’ye kadar bütün liberaller bunun farklı versiyonlarıdır.
Aslında liberaller ve ulusalcılar arasındaki kayıkçı dövüşü, aynı özne açısından bir strateji tartışmasından başka bir şey değildir.
Elbette bizler açısından ırkçı ve inkarcı kesimler karşısında liberaller politik olarak desteklenmesi gereken ve ittifak yapılması gereken bir güçtür.
Bizim liberallere eleştirimiz, onların aslında teorileri, politikaları, mücadele ve örgüt biçimleriyle ulusalcıları (yani devlet sınıflarını, askeri bürokratik oligarşiyi, daha da somut olarak Genelkurmayı) güçlendirdikleri. Onlara karşı kararlı mücadele etmedikleri, onlara akıl verdikleri noktasındandır.
Bu ulusalcı ve liberal kayıkçı dövüşleri dışında bir üçüncü yolu, bu ikisinin de aslında aynı madalyonun iki yüzü olduğunu söyleyenler ve savunanlar da her zaman olmuştur.
Örneğin biz, Murat Belge’yi birçok kez eleştirdik. Ama Murat Belge’yi eleştirilerimiz hiçbir zaman ulusalcıların eleştirdiği noktadan ve onların yöntemleriyle olmadı. Aksine Murat Belge’yi yeterince demokrat olmadıkları, ideolojik eklektisizmleri, demokrasi mücadelesini zayıflattıkları bakımından eleştirdik.
Ama işte tam bu noktada Türkiye’nin teorik ve entelektüel sefaletine geliyoruz. Bu eleştiriler hiçbir zaman görülmez, görmezden gelinir, sıradan bir devlet yalakasının veya ulusalcıların saldırıları hedef alınarak aslında dolaylı olarak bu kayıkçı dövüşüne destek çıkılır. Böylece sözde seviyesizliği, demokrasi düşmanlığına çatılır gibi olurken o seviyesizlik ve demokrasi düşmanlığı yeniden üretilir.
Murat Belge tartışmalarına bir de bu açıdan bakmak gerekir.
Elbet Murat Belge bu saldırılar karşısında politik olarak, savunulmalıdır. Elbette liberaller ulusalcılar karşısında demokratların ve sosyalistlerin müttefikleridirler ve desteklenmeleri gerekir.
Ama gerçek demokratlar, bu liberallerin demokrasi mücadelesini nasıl zayıflattıklarını da göstermeli, onlara karşı sapanlarından taşı eksik etmemelidirler.
Hele liberallerin liberal destekçileri gibi hiç davranmamalıdırlar.
Yok yurt dışına iş için çıkıyormuş da, yok kaçmıyormuş da diye savunmamalı.
Açıkça bu devletle daha iyi savaşabilmek için hicret farzdır, devletin eline geçip esir olmaktan ise, başka ülkelere gidip savaşa daha büyük katkıda bulunmak için yollar aranması açıktan savunulmalıdır.
Böyle yapıyorsa doğrudur diye savunulmalıdır ve açıkça böyle yapmadığı için eleştirilmelidir.
Bizler Belge ve benzerlerini, bu devleti açıkça düşman olarak tanımlamadıkları, ona karşı açık bir mücadele çağrısı yapmadıkları için eleştirmeliyiz.
Ve onu savunanlar da bu açıdan eleştirilmelidir.
Tüm yasaları ayaklar altına almış, tüm temel hakları işine geldiği gibi çiğneyen Erdoğan-Ergenekon İslamcı-Türkçü faşist diktatörlüğünü açıkça düşman güç olarak tanımlamak gerekiyor.
Çünkü bu iktidar, bu devlet ülkede yaşayan bütün demokratları, sosyalistleri, özgür düşünceli insanları, Kürtleri, azınlıkları hatta bir hukuk düzeni isteyenleri bile açıkça düşman olarak tanımlamış bulunuyor.
Bunlara düşmanlığımızı ve bu düşmanı yenebilmek için Şeytan’la ve Şeytan’ın büyük annesiyle bile ittifaklar yapabileceğimizi açıkça ilan etmeliyiz.
O devlet yalakası ulusalcılar bu dilden anlarlar.
Aşağıda iki farkı tarihte yapılmış iki Murat Belge eleştirisi var. Bunları yayınlıyoruz ve göreceksiniz kimse bu eleştireler hakkında bir şey yazmayıp, ulusalcı yalakalarla kayıkçı dövüşünü yeniden ve yeniden üretmeye devam edip aslında bizlerin temsil ettiği devrimci, Marksist ve demokrat çizgi karşısında fiili ittifaklarını sürdüreceklerdir.
18 Şubat 2018 Pazar
Murat Belge, “Biz”, “Toplum” Ulus ve Marksizm
Murat Belge iyi yetişmiş bir entelektüeldir.
Eh insan Kemalizmi doktrinleştirme iddialı ve onu şu solun başına bela eden önemli kaynaklardan biri olan “Kadro’nun kadrosu”ndan ve Menderes’in “çeşnici başı” yemek uzmanı Burhan Belge’nin oğlu; yine “Kadro’nun Kadrosu”ndan Yakup Kadri’nin yeğeni ise; yani Türkiye’nin Asyalı, köylü ve bürokrat ortamında az çok modern burjuva birikimi olan bir dünyada gözlerini dünyaya açmış ve büyümüşse; Avrupa’larda iyi bir eğitim görmüşse ve de hele gençliğini 60’lı yıllarda, o yirminci yüzyılın son entelektüel ve teorik “kuğu çığılığı”nda geçirmişse, iyi yetişmiş bir entelektüel olmamak için büyük bir yetenek gerekir.
Murat Belge, şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtan bir aydındır. Hatta bundan öte, onların, sosyalizme sempati duyanlarının, sosyalizan eğilimlilerinin teorisyenidir.
Türkiye’de bu sol eğilimin somut ifadesi, Dev-Yol, ÖDP çizgisidir. Murat Belge ve Birikim dergisi de bu eğilimin fiili ve “gizli teorisyeni”dir.
“Gizli teorisyen” dememizin nedeni şu: diğer sol örgüt veya hareketlerin teorisyenleri ile o hareket veya örgüt arasında organik ve çoğu kez örgütsel bir ilişki vardır. Teorisyen genellikle o örgütün veya hareketin lider kadrosunda yer alan bir isimdir veya doğrudan lideridir. Murat Belge ve Birikim ile (Ömer Laçiner de kısmen onun gibidir) Dev-Yol arasında böyle bir ilişki yoktur.
Dev-Yol’un önder kadrosunun esas özelliği, tipik “aparatçiki”, yani tipik örgütsel aparat adamı, olmalarıdır. Zaten bu nedenledir ki, Türkiye’in en demokratik örgütü geçinen Dev-Yol’un önder kadrosu, hiçbir zaman şu beğenmediği Stalinist örgütler kadar bile olsun, önderliğinin seçildiği veya hesap verdiği bir örgütsel yapı ve kongre bile yaşamamıştır. O Önder kadronun daha teoriye meraklıları aslında popularizasyoncudurlar.
Biraz devekuşu gibi bir durum vardır. Ortada adı konmuş bir örgüt yoktur ama fiilen de bir örgüt vardır. Kongre yapmak, program ve ilkeler belirlemek, yöneticileri seçmek veya onların hesap vermesi gibi işler söz konusu olduğunda ortada örgüt yoktur. Ama henüz şekillenmemiş bir hareketin kendiliğindenliği ve kendiliğinden işleyen bir demokrasisi arandığında, ortada son derece güçlü, her şeyi belirleyen bir kadro-aparat vardır.
Tabii bu durumun, Kuran’ı yorumlama hakkını ele geçirmiş İran’ın mollaları gibi, fiili olarak aparatın başındakilere, hiçbir örgütte bulunmayacak, muazzam bir güç bahşedeceği açıktır. Fiilen tüm kontrol ellerindedir ama aynı zamanda hiçbir sorumlulukları yoktur; hiçbir organ tarafından seçilmemişlerdir, onlara “Biat” edilmiştir; geri alınamazlar ve hesap vermezler.
Biraz da bu nedenledir ki, bir zamanlar ÖDP ile ilgili yazdığımız bir yazıda, “Oğuzhan bu gün ne derse, yarın Dev-Yol, dolayısıyla da ÖDP onu der” diye yazmıştık.
Elbette özellikle 70’lerdeki Dev-Yol bu modele daha yakındı. Sonra bölünmeler oldu vs.. Elbet Dev-Yol içinde bu duruma itiraz edenler de oldu. Dev-Yol bir kitlesel hareket olduğu için, onda diğer sınıfların eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulmuştu. Ama bu çizgi esas olarak bu gün ÖDP içinde de devam ediyor.
Dev-Yol (ÖDP) ve Murat Belge (Birikim) ilişkisi de diyalektik olarak o fiili Dev-Yol örgüt ve liderlik işleyiş modeline tencere ve kapağı gibi uyar. Teorisyenin de “Hareket” ya da “örgütle” hiçbir organik ya da örgütsel bağı yoktur, dolayısıyla bir sorumluluğu. Belge’nin dedikleri, Belge’nin dedikleri olarak kalır; Birikim’deki görüşler Birikim’deki görüşler olarak kalır. Ama fiiliyatta onlar çok kısa bir süre sonra Dev-Yol veya ÖDP’lilerin görüşleri olurlar. Böylece tıpkı önder kadro gibi teorisyen de her türlü tartışma dışında kalır ve bir teorik tartışma ve gelişme olmaz.
Dikkat edilirse Dev-Yol’un hiçbir zaman teorik bir yayın organı olmamıştır. En kıytırık sol örgüt bile, bir tane teorik, bir tane politik, bir tane de (ekonomik) kitle yayın organı çıkarmaya çalışmıştır. Dev-Yol’da böyle bir teorik organ da olmamıştır.
Bunun nedeni, Birikim’in aslında Dev-Yol’un teorik organı olmasıdır. Dev-Yol’un bütün kadrolarının ufkunu o belirler ve teorik gıdalarını ondan alırlar. Ya da tersi, Birikim ve Murat Belge, onlara ihtiyaçları olan yaklaşım, kavram veya formülasyonları sağlar. Burada bilinçli bir çabadan söz etmiyoruz. İşler kendiliğinden öyle yürür.
Bu nedenle, istese de istemese de, Murat Belge (ve de Birikim) Dev-Yol’un (ÖDP’nin) teorisyenidir ve bir anlamda da şehir orta sınıflarının eğilimlerini dile getirir.
Bu durumda; kötü kopyalarla, popülarizasyonlarla uğraşmaktansa, kaynağıyla ilgilenmek çok daha doğru olur.
Belge’ye bu eleştiri aslında bir Dev-Yol (ÖDP) eleştirisi olarak da; Türkiye’deki Sol hareketi kakırdatan, Dev-Yol (ÖDP) ve Şehir Orta sınıflarına egemen, gerici Türk milliyetçiliğinin eleştirisi olarak da okunabilir
Bir süredir, Türkiye sosyalistlerinin iliklerine, kanlarına işlemiş gerici milliyetçiliklerini somut olarak göstermek babından özellikle “Biz” ve “Türk Toplumu” veya “Türkiye Toplumu” gibi kullanım ve kavramlara ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorduk. Ama olayların akışı içinde “aman şu konuyu da boş bırakmayalım” gibi kaygılarla, gelişmelerin peşinde koşmaktan, buna hiçbir zaman vakit bulamıyorduk.
Derken, bugün, yine “aslolan hayattır” diye bir e-gruptan Murat Belge’nin bu günkü Radikal’de yayınlanan “Yaşamaya Doğru” yazısının tavsiyesi gelince, artık sırasıdır hiç olmazsa konuyu çıtlatalım diyerek işte bu satırları yazmaya başladık.
Murat Belge’nin yazısına geçmeden önce şu “Biz” ve “Türkiye Toplumu” kavramlarını ve kullanımlarını, bunların neyi nasıl gizlediği konusunu biraz açalım.
Bir sosyalist’in “Biz”i, ezilenler, eğer bu sosyalist kendine Marksist falan da diyorsa, Dünya İşçi Sınıfı olur veya olmalıdır. Bir ulus, hatta bir ülkenin işçileri bile olamaz ve olmamalıdır. Yani o dünyaya, dünya işçi sınıfının çıkarları açısından bakmalıdır; onun bir unsuru olarak düşünmeli ve davranmalıdır. “Biz”’in bunun dışındaki her kullanımı en gericisinden milliyetçiliktir. Çünkü İşçi Sınıfından başka bir özne açısından düşünmek ve davranmak demektir bu. Bunun da Marksistlikle bir ilişkisi olmaz. Marks’ın da daha Komünist Manifesto’da çok açık olarak belirttiği gibi, Komünistler, işçi sınıfının tarihsel ve genel çıkarını savunurlar veya öyle olanlara Komünist denir.
Bu nedenle, herhangi birisinin bir yazısı veya bir konuşmasını incelerken, gerçekte ne dediğini anlamak isterken, öncelikle onun, gizli öznesini; hangi özne açısından konuştuğunu ve muhataplarının kimler olduğunu analiz edip ortaya çıkarmak, sınıf mücadelesinin labirentlerinde kaybolup gitmek istemeyen için, ilk yapılması gereken iştir.
Başka bir özne açısından söylenen ve/veya ezilenleri ve işçileri içsel olarak muhatap almayan en doğru gibi görünen sözler bile, yanlıştır.
“Biz”in dünya işçi sınıfı dışında bir özne olması ve/veya ezilenler ve işçiler dışında bir muhatap, fiiliyatta en gerici milliyetçilikle sonuçlanır dedik. Niçin?
Çünkü, “Biz”i, herhangi bir ülkenin işçi sınıfı anlamında kullanmak bile; veya fiilen öyle bir özne açsından düşünüp davranmak bile, bu günkü dünya, kendini, dile, dine, kültüre, yere vs. göre tanımlamış ulusal devletlerden oluştuğundan, o devlet içindeki işçileri kastettiğinden, gerici bir ulusçuluğa göre tanımlanmış bir işçi bölüğü anlamında kullanılmış olacağından milliyetçidir.
Ayrıca işçi sınıfı yerine (ki işçi sınıfı ancak dünya ölçüsünde, “Dünya tarihsel” bir sınıftır), onun bir zümresini kastettiğinden, yani zümre çıkarını sınıf çıkarının önüne aldığından, oportunisttir. Oportunizmin Marksist teorideki tanımı, “zümre çıkarını sınıf çıkarına üstün tutmak”tır.
Bu sadece “Biz”i belli bir ulusun işçileri anlamında kullanmada bile böyledir.
Ama şu ara Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçmak için çok hızlı “sınıfçı” kesilen Türk Solunun aslında sınıfla falan pek ilgisi olmadığından, onlar “Biz”i bu anlamda bile hiç kullanmazlar. “Biz” dediklerinde, kendi örgütlerini kastetmiyorlarsa, daima Türk ulusunu kastederler. Yani aslında bir Marksist, bir sosyalist olarak değil, bir Türk olarak, bir Türk’ün gözüyle dünyaya bakarlar. Onlar sözde en “Marksist”, en “demokrat” en “devrimci” sözleri bile ederken, bu “biz” onların gerçek gözlerini, gerçek öznelerini, gerçek ideolojilerini ele verir.
“Gözler yalan söylemez” diye bir söz vardır. “Biz”ler de yalan söylemez.
Örneğin, şu an elimin altında yok, ama örneğin Taner Akçam’ın Türk ulusçuluğu ya da Ermeni katliamı konusunda yazılarını okurken bu “Biz”in gerçek karşılığı çok açık görülür. O bütün sorunu bir Türk olarak tartışır.
(Burada pedagojik olarak, Türk olmayan birinin, “biz”i Türklük, Türk vatandaşlığı, Türkiyelilik olmayan birinin, “Türk” gibi konuşmasını kastetmiyoruz. Bu baka bir sorundur. Örneğin, biz bir tarihte “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak için Türk Girişimi” kurmuştuk. Burada özellikle Türk vurgusu yapmamızın nedeni, kendimizi Türk olarak görmememize rağmen; elimizde olmadan Türk olduğumuz, ezen ulustan olduğumuz için, bu durumu vurgulayan, buradan hareketle tavır koyan politik bir duruşu net olarak koyabilmekti amaç. Çünkü Türklerin hepsi onun kanını içmek istiyor veya daha demokrat ve solcuları “aman bu dertten de kurtulduk”, “istemem yan cebime koy” diyerekten için için seviniyorlardı. Buna karşı provakatif olarak Türk’lük yapmak başkadır. Bir Türk özne açısından dünyaya bakmak başkadır. Bu kısa parantezden sonra devam edelim.)
Taner Akçam veya onlarca başka yazarınki böyle bir “Türk”lüğü ortadan kaldırmak için, onunla daha iyi mücadele edebilmek için “Türklük” yapmak değildir. Onlar kendiliğinden, kendilerini Türk olarak kabul ederek, Türklüğü nasıl daha iyi, daha demokratik yapacaklarını tartışırlar.
Yani aralarından rasgele Taner Akçam’ı örnek olarak aldığımız onlarca, yüzlerce, sosyalist bilinen veya kendini öyle tanımlayan yazarın “Biz”i dünya işçi sınıfı değil, “Türklük”dür. İster Evrensel’i açın, ister en radikal yayınların makalelerini, inceleyin, onların gizli “biz”lerini, analiz edin, hepsinin altından aslında Türkiye, Türk ulusu çıkar. Sorunları o özne açısından tartıştıklarını ve muhataplarının o ulusun içindeki belli kesimler olduğunu görürsünüz. Çok nadirdir aksi durumlar.
Bu durum en açık biçimde, Ermeni katliamı ve Jenositi tartışmalarında görülür.
Türkler sorunu, ister sağcı, ister solcu olsun, özür dileyip dilememe bağlamında tartışırlar. Özür dilemek gerekir diyenler de Türk olarak tartışmaktadırlar. Onların “biz”leri, Ermeni soykırımının en radikal mahkum edilişlerinde bile, hap Türklük olarak kalır. Çünkü “Özür” ancak Türklerin, kendini Türk olarak kabul edenlerin yapacağı bir eylem veya düşüncedir. Türklük ile sorunu Özür Dileme bağlamında tartışmak arasında kopmaz bir bağ vardır.
Sosyalist, Marksist bir insan; sorunu Dünya İşçi Sınıfı’nın öznesi olarak tartışan bir insan ise, sorunu Özür dileyip dilememe değil, nedenlerini anlama ve mahkûm edip etmeme bağlamında tartışır.
Bir sosyalist, Evet, bir Ermeni Katliamı olmuştur, bir soykırım olmuştur, bunu Türk devleti yapmıştır (veya Türkler Kürtler veya Osmanlılar vs.) milliyetçilik ve milliyeti bir din, dil ile tanımlayan bir milliyetçilik bunun gerçek müsebbibidir, o halde ulusun dil, din, etni, (Türklük, Kürtlük, Ermenilik) ile tanımlanmasını ortadan kaldıralım; genel olarak ulusları yok edelim der.
Türk olarak tartışan ise, kendine ne kadar “kızıl komünist” derse desin, Özür dileyelim, Türklüğü bu suçlardan arındıralım, Türklüğü başka türlü tanımlayalım der. Onun sorunu ulusla değil, hatta ulusun bir dil, din, etni, kültür, soy ile tanımlanmasıyla bile değil; bu ulusun (Türk ulusunun) ve Türklüğün nasıl tanımlanacağı noktasındadır.
Bu nedenle, Ermenilerden Türk olarak özür dilemek, aslında bütün demokratik görünümüne rağmen, devrimci demokratik bile değildir. Dil, din, etni, tarih, soy vs. ile tanımlanmış biçimler; örneğin, Türklük, Kürtlük, Ermenilik gibi biçimler dışında, başka bir ulus var oluşunu kabul etmediği; kendini bunlarla tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğu bile savunmadığı, hatta onu reddettiği için, ancak Türklüğe dayanan bir ulusçuluğu savunanların yapabileceği bir iştir.
Örneğin ulusun herhangi bir dil, din etni, tarih, soy ile tanımlanmasını reddeden bir demokratik ulusçu, (dikkat edin bir sosyalist bile değil, devrimci demokratik bir ulusçu), yani bir burjuva devrimcisi bile Ermeni katliamının suçlusunun ulusçuluk değil, demokratik ulusçuluk değil; ulusun bu gerici kriterlere göre tanımlanması olduğunu söyleyebilir.
Diğer bir ifadeyle Türk olarak Özür dilemekten söz edenler, devrimci demokratik bir ulusçu bile değildirler, onlar ulusun Türklük, Kürtlük, Ermenilik ile tanımlanmasını sorun etmemektedir; onların sorunu Türklüğün nasıl tanımlanacağıdır.
Yani örneğin Türklüğü Orta Asya’dan gelmekle, kanla, ırkla da tanımlayabilirsiniz ya da Anadolu’daki bütün medeniyetlerin mirasçısı olmakla da. Böyle Anadolu’daki tarih ve kültürle tanımlanmış bir Türklük, Türk Ulusu, daha doğrusu Türk ulusçuluğu da mümkündür. Ermenilerden Türkler olarak Özür dilemeyi savunanlar, aslında ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı değildirler; Türklüğün neyle tanımlanacağını tartışmaktadırlar.
Bu fark tıpkı klasik sömürgecilik ile modern yeni sömürgecilik arasındaki fark gibidir. Klasik sömürgecilik, biyolojik bir ırkçılığa dayanıyordu; yeni sömürgecilik ise kültürel bir ırkçılığa dayanır.
Benzer şekilde, Klasik Türk Milliyetçiliği, kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan bir milliyetçiliktir. Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın tıkanması gibi bu milliyetçilik sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Bu durumda, tıpkı emperyalist ülkelerin, klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe, dolayısıyla biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa geçmeleri gibi, aslında Türk ulusçuluğu da, kana dayanan bir ulusçuluktan kültürel bir ulusçuluğa geçmeye çalışıyor. Ermeni soykırımı konusundaki tartışmalarda, özür dilemeyi veya bu soykırımın tanınmasını veya mahkum edilmesini isteyen Türkler, burada bu geçişi savunanlardır.
Bu günkü politik konjonktürde, tıpkı biyolojik ırkçılık karşısında kültürel ırkçılığın; sömürgecilik karşısında yeni sömürgeciliğin ilericilik olarak görülmesi gibi; kültürel milliyetçilik daha demokratik ve ilerici görünmektedir. Ancak, özünde, ulusun bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlanmasını reddetmediği için, aynı ölçüde gerici bir ulusçuluktur.
Bu günkü dünyada, territoryal bir ulusçuluk bile, dünyanın yoksullarını bin bantustana tıkmak, bir apartheit rejimini savunmak, yani ırkçılık sonucu verirken, kültürel bir ulusçuluk aslında çok daha büyük bir gericilik anlamına gelir.
O zaman şu olgunun nedeni de daha açık olarak ortaya çıkar: Türkiye’deki demokratik hareketin zayıflığı.
Kendine demokratik diyenler veya bugün öyle görünenler, savundukları ulusçuluk anlayışlarıyla aslında demokratik kategorisine bile girmezler. Bugünün Türkiye’sindeki tartışma, devrimci ve demokratik bir ulusçulukla gerici bir ulusçuluk arasında olmaktan ziyade; gerici ulusçuluğun hangi biçimlerinin çağa daha uygun olduğuna ilişkin bir tartışmadır. Tartışma: ulusun Türklükle tanımlanmasına değil; Türklüğün neyle tanımlanacağına ilişkin bir tartışmadır. Ve zaten bu bağlamda ancak bir özür dileme ve dilememe tartışması yapılabilir. Özür dileyelim diyenler de dilemeyelim diyenler de aynı gerici ulusçuluk anlayışını paylaşmaktadırlar. Tam da aynı anlayışı paylaştıkları için, tartışma özür dileyip dilememe bağlamında yürümekte ve gerici ulusçuluğa karşı, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir tartışmaya dönüşememektedir.
Bu tartışma olmadığı, yani ulusun bir dil, etni, soy, tarih ile tartışmasını reddeden bir demokratik ulusçuluk bile bulunmadığı içindir ki de, “özür dileyelim” diyenler bunca zayıftır. Çünkü reformlar aslında devrimci mücadelenin yan ürünleri olur. Gerçek bir devrimci demokratik bir ulusçu hareket olsaydı; ulusun Türklükle, yani bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlanmasına karşı bir güçlü hareket olsaydı, o zaman pabucu pahalı gören kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan Türk milliyetçilerinin hepsi, Türklüğü kültürle tanımlama reformatörleri olurlardı. Aslında MHP’de son zamanlarda görülen bu yönde zayıf bir eğilimdir.
Görüldüğü gibi, o basit gibi görünen, Türkçe’de çoğu kez, “biz” zamirini bile kullanmadan, cümlenin içeriğine yedirilmiş olarak kullanılan ve bu nedenle de tespiti bazen epey zor olan o “biz”, nasıl bir milliyetçilik ve millet sorunuyla ve programla ilgilidir ve hiç de öyle masum değildir.
İşte, açın Türk solcularının veya sosyalistlerinin yazılarını, hepsinin “biz”i Türklük, “Türk devletinin yurttaşları”; “Türkiye’de yaşayan insanlar” veya “Türkiye’nin ezilenleri” gibi anlamlarda kullandığını görürsünüz. Bu, sosyalistlerin sosyalist olmadıklarının, basit milliyetçiler olduklarını, hatta Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak isteyen gerici milliyetçiler olduklarını görürsünüz. Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak gerici bir ulusçuluğu savunmak olmaktan çıkmaz. Yıllarca bütün dünya komünist partilerinin yaptığı tam da buydu. Ve tam bu nedenledir ki, hepsi sıfır numara gerici milliyetçiler biçiminde ortaya çıktılar.
Peki bu işin Murat belge ile ilişkisi ne?
İşte Murat Belge’nin “biz”i hep Türk halkı, Türkler, Türk devletinin yurttaşları, yani Türk ulusudur. Bütün ÖDP ve Dev-Yol geleneği de böyledir. Meraklısı ciddi bir tarama yaparak, bunu yüzlerce binlerce kere kanıtlayabilir. Zaten Belge’nin şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtmasının nedeni budur. Onlar bu kullanımdan dolayı bilinçsizce bir yakınlık hissederler, tıpkı kendi duygu ve düşüncelerini yansıtan bir müziği dinleyen bir insanın duyduğu duygu ve düşünce yakınlığını duyarlar.
Bu gerici milliyetçiliğin, özne olarak Dünya İşçi Sınıfının değil de, bir ulusun, Türk ulusunun bakış açısından sorunları ele almanın ve sorunları o özne açısından tartışmanın, gizli “biz”den daha rafine, özel bir biçimi daha vardır.
Bunda “biz” iyice gizlenmiş, nesnel, taraf ve olayların dışında bir bilim adamı kisvesine bürünmüştür. Keşfi çok daha zordur.
Sanki milliyetle ve milliyetçilikle, Türklükle vs. hiç ilişkinizi yok gibi görünürsünüz, ama aslında bütünüyle Türk ulusunun sorunların tartışıyorsunuzdur.
Bu da “Türk Toplumu” ya da “Türkiye Toplumu” kavramlarıyla sağlanır. Hatta bazen de sadece “Toplum” kavramı kullanılır. Ama bu kavramların gerçek içeriğini incelediğinizde karşınıza yine o Türk Ulusu çıkar.
Dev-Yol’cu (ÖDP’li) söylemin veya terminolojinin ayrılmaz bir bileşenidir “Türkiye Toplumu” veya “Türk Toplumu” kavramları.
Aslında, metodolojik ve bilimsel olarak en küçük bir eleştiriye dayanamayan saçma bir kavram çiftidir. Bunu kısaca gösterelim.
“Toplum” diye bir şey yoktur dünyada. Toplum sosyolojik bir kavram, sosyolojik bir soyutlamadır. “Türkiye Toplumu” olmaz. “Türkiye Halkı”, “Türk Ulusu”, “Türkiye Ulusu”, “Türk Devletinin Yurttaşları” vs. olabilir. Bütün bunlar hukuk, politik ve ideolojik kavramlardır.
Toplum ise sosyolojik bir kavramdır. Bir imparatorluk, bir devlet, bir ülke, bir ulus veya ulusun bir bölümü ile özdeşleştirilemez veya o anlamlarda kullanılamaz. Bu yanlıştır. Toplum kavramının bunlarla çiftleştirilmesi otomatikman onu da bir ideolojik kavram haline getirir. Bu nedenle yanlışlığı bilindiği takdirde, yanlışlığı biline biline, “galatı meşhur lügati sahihten yeğdir” babından kullanılabilir. Ama mantık bu yanlışa göre kurulamaz.
Örneğin “Osmanlı Toplumu” diye bir şey yoktur. Osmanlı Devleti veya İmparatorluğu, ülkesi vs. vardır. Ama “Osmanlı Toplumu” yoktur. Bu, politik bir kavram ile (Osmanlı) sosyolojik bir kavramı (Toplum) çiftleştirmektir.
“Türk” ya da “Türkiye” toplumu da öyledir. Türk ya da Türkiye, politik ve ideolojik kavramlardır, sosyolojik kavramlar değildirler. Örneğin “Türkiye” dendiğinde eğer bir toprak parçası veya orada yaşayan insanlar kast ediliyorsa, bu toprak parçasının belirlenmesi bütünüyle politiktir. Dolayısıyla orada yaşayan insanların tanımlanışı da politiktir. Türk ile örneğin belli bir devletin yurttaşları kast ediliyorsa, bu bütünüyle politik bir kavramdır. Bu durumda yapılan iş, politik bir kavram ile sosyolojik bir kavram ile çiftleştirilmektir. Bu ise en temel mantık hatasıdır. “İki kere iki mum eder” gibi bir hatadır. İki kere iki bir milyon eder derseniz mantıkta bir hata yoktur, hesap hatası vardır. Ama iki kere iki mum eder derseniz, mantık hatası yapmış olursunuz. Örneğin yeşil iyilik gibi saçma bir kavram çifti yaratmış olursunuz. Böyle bir çift pek ala edebi bir imgenin aracı olarak kullanılabilir. Ama biz imgeleri değil, bilimsel kavramları tartışıyoruz.
Bir zamanlar “Revizyonist Ülkeler” gibi bir kavram çifti vardı örneğin. Revizyonizm bir düşüncede, bir doktrinde olabilir. Bir sosyo ekonomik formasyon, bir rejim, bir üretim biçimi değildir. Ama bu kullanımda tam da bu anlamlarda kullanılır. Ülke’nin revizyonisti olmaz, düşünce veya bir doktrinin revizyonisti olur. Mantıken bir yanlış vardır ortada.
Örneğin bir “feodal toplum”dan, bir “kapitalist toplum”dan söz edilebilir ama “İngiliz Toplumu”ndan, “Fransız Toplumu”ndan söz edilemez. Feodal ya da kapitalist sosyolojik kavramlardır, ama İngiltere ya da Fransa politik ve ideolojik kavramlar.
İşte, Türkiye Toplumu, Türk Toplumu ya da bunlar karşılığı kullanılan “Toplum” kavramları, her şeyden önce böyle bir mantık ve metodoloji hatasıyla maluldürler.
Solcular içlerine işlemiş olan milliyetçiliğin kavramlarını kullanmamak, gerçek milliyetçiliklerini gizlemek için, böyle saçma kavram çiftleri yaratırlar.
“Türk ulusu” dese, “Türk devletinin yurttaşları” dese, o zaman Türk Ulusunun, Türk devletinin yurttaşlarının sorunlarını tartıştığı, onlara çözüm aradığı; dolayısıyla Türk Ulusu ve Devletini olumladığı ve zımnen savunduğu ortaya çıkacaktır.
Bunu gizlemek için, “Türk toplumu” der, “Türkiye toplumu” derler. Sanki sosyolojik bir sorunu tartışıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar. “Toplum” boru mu bu? Toplumcu lafı bile ondan geliyor. Böylece sosyalist ve de tarihsel maddeci, Marksist bir ton da verilmiş, bir ima da yapılmış olur. Bir taşta iki kuş.
“Türkiye Toplumu”ndan söz eden metinleri alın, hepsinde aslında Türk ulusunun, hatta Türk devletinin sorunlarının tartışıldığını görürsünüz. Aslında o özne açısındandır bütün yaklaşım, ama “Toplum” lafının ardında nesnellik ve bilimsellik örtüsünün altına gizlenmiştir.
İşte burada artık esas konumuz olan, Murat Belge’ye gelelim.
Biz yazıları hep bu arka plan ile okuduğumuzdan, Murat Belge’nin bu çok ilerici gibi görünen, bu yazının başında sözünü ettiğimiz yazısında, aslında, son derce gerici bir özne açısından sorunu tartıştığı hemen dikkatimizi çekti.
Murat Belge, bu yazısında “toplum” kavramını kullanıyor. Ama “toplum”u sadece bir bütün olarak ulus anlamında değil, o ulusa egemen veya onu yaratan, egemen bürokratik oligarşi anlamında kullanıyor ve aslında, tam da o öznenin bakış açısından bütün sorunu tartışıyor. O Özneye “böyle gitmez” diyor.
Şimdi önce okuyucu Murat Belge’nin yazısı okusun. Aşağıya yazıyı olduğu gibi aktarıyoruz:
“Yaşamaya doğru
Murat Belge
02/05/2006
Türkiye'de modernizasyon hamlelerinde başı çeken kadrolar kadar, modernizasyonun içinde geliştiği genel koşulların da mahiyeti, doğal olarak, bu sürecin biçimlenmesini belirlemiştir. Modernizasyonun kendisi, aslında Tanzimat'la bile değil, II. Mahmud'la ve Vaka-i Hayriye ile başlamış olsa da, bu uzun sürecin 1876 sonrası, yani 93 Harbi'ni izleyen bölümünün özel bir önemi olduğunu düşünüyorum.
Rus ordusunun Yeşilköy'e kadar yürümesi, mütareke koşulları, verilen kayıplar ('territorialism' zihniyetinden çıkamayan bu devlette her şeyden önemlisi buydu), daha sonra Berlin'de geri alınan birkaç şeyin karşılaşılan bütün sorunlara bir 'ölüm kalım kavgası' çerçevesinde bakmak, bir alışkanlık haline geldi.
Ama 20'nci yüzyıla giriş biçimi, bu karamsarlığın üzerine yeni yeni bulutlar getirip yığdı. 1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile 93 Harbi'nin başlaması üst üste gelmişti. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanının sevinci ile Avusturya'nın Bosna-Hersek'i resmen ilhak etmesinin burukluğu da benzer bir biçimde çakıştı. Ama bunu 1911 Trablus, 1912 Balkan Harbi ve nihayet büyük Dünya Harbi izledi. Bunların hepsi yenilgi ve toprak kaybıyla sonuçlandı. 'Makûs talih' işte 93'ten başlayan bu diziydi. Savaş, iyiden iyiye bir kader haline gelmişti. Yok olmak kaderse bu savaşla gelecek, ama ufukta bir kurtuluş varsa bu da savaşla kazanılacaktı.
Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi. Örneğin Harp Mecmuası... Harbiye Nezareti'nin yayımladığı bu derginin ilk sayısı 1915'te çıkmış ve yayın 1918'e, savaşın sonuna kadar devam etmiştir.
İyi kâğıda basılan, bol fotoğraflı dergi, doğal olarak, bir propaganda dergisiydi (yeni harflerle özet baskısı yakında yapıldı: Kaynak Yayınları, 2004). Dünya tarihinde, 'topyekûn harp' kavramının günün yeni gerçeği olarak yerini aldığı bir evrede, bütün bir toplumun savaşa hazırlanması amacıyla yayımlanıyordu. Her sayısında, 'Yaşayan Ölüler' ve 'Mübaret Şehitlerimiz' başlıklarıyla, savaşta can verenlerin fotoğrafları yayımlanır. Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.
Savaş sonuna doğru, Cenap Şahabettin'in Rıza Tevfik'e mektubundan öğrendiğimiz gibi, en tanınmış yazarlar, dolgun ücret karşılığında, 'milli, vatanî, hamasî' edebiyat yapmaya çağrılır. Ama bu edebiyat zaten yapılmaktadır. Mehmet Akif 'Çanakkale Şehitleri'ni yazarken 'dolgun ücret' düşünmemiştir. Çevre koşulları, eli kalem tutan insanlara zaten üzerinde yoğunlaşacak başka konu bırakmamaktadır.
Bu olaylarda yadırganacak bir şey yok. Savaşlarda kaybettiği insanlara borcunu, onları en içten sevgi ve saygıyla anarak ödemekten kaçınacak bir toplum herhalde düşünülemez.
Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir. Değindiğim zor koşullar, son analizde, somut bir konjonktürün getirdiği şeylerdi. O konjonkürü ebedileştirmek de sağlıklı bir şey değil. Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”
Murat Belge’nin yazısında Toplum sözü geçen şu sözleri önce alt alta aktaralım:
“Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.”
“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”
“Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir”
“Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur.”
“Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”
Biraz dikkatli bir analiz, Murat Belge’nin Toplum sözünü aslında “Uluslar” veya “Türk Ulusu” karşılığında kullandığını ortaya çıkarır.
Ama sadece bu kadar değildir. Murat belge, “toplum”u aynı zamanda, Osmanlı’ya egemen olan ve Türk ulusunu yaratan Bürokratik kast karşılığı da kullanmaktadır.
Örneğin, bir sürü yenilgiyi sıraladıktan sonra, “Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.” diyor.
Söz konusu “Toplum” Osmanlı İmparatorluğu’dur. Peki “Toplum” denen Osmanlı İmparatorluğu içinde hiç de böyle olmayan “Toplum”lar yok muydu?
Bir kere Balkan Ulusları, Rumlar, Ermeniler, hiç de o “Toplum” denen Osmanlı bürokrasisi gibi düşünmüyorlardı. Osmanlı Bürokrasisi için yenilgi ve kayıp olan onlar için kazançtı.
Eğer Toplum gerçekten nötr bir kavram olarak, Osmanlı’da yaşayan bütün insanları kast ediyorsa, o zaman Belge’nin ifadesi doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır.
O İnsanların bir bölümünün duygu ve düşüncelerini, olayları algılayışını, “toplumun” diyerek tüm imparatorluk ahalisinin algılayışı olarak tanımlamaktadır.
Ayrıca bu algılayış, sadece Hıristiyan değil, Osmanlı’nın Müslüman ahalisinin de algılayışı değildi. Anadolu’daki köylünün böyle bir derdi olmadığını, zaten yeğeni Olduğu Yakup Kadri Yaban’da anlatmaz mı? (Haşa biz Türk değiliz, onlar Haymana’da yaşar – Yaban). O algılayış küçük bir bürokratik kastın algılayışıdır.
Aslında Toplum derken, Murat Belge’nin ilk cümlede, kastettiği, Osmanlı Bürokratik oligarşisidir. Onların ruh haldir. Ama bunu toplumun ruh hali gibi koymaktadır. Çünkü kendi ruh halidir aynı zamanda, o özne açsından düşünmekte ve hissetmektedir. Zaten kendisi de bir şekilde onlara dahildir.
Bu nedenle, bilinçsizce, tam da Freudyen biçimde, güdük fiiller veya dil sürçmelerinde olduğu gibi, onların kendi ruh hallerini tüm Müslüman ahalinin ruh hali yapma ve onlardan bir ulus yaratma çabalarını da hep toplumun yasaları gibi koymaktadır.
İkinci Cümlede, “Toplum” aslında, kendisinden ulus yaratılacak olan Müslüman ahali anlamında kullanılmaktadır.
“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”
Osmanlı’nın en azından Trakya, Anadolu’daki Hıristiyan yurttaşları için “Sıra sana gelebilir” her halde anlamsızdı. Egemen bürokrasinin onlara böyle bir mesaj vermek gibi bir derdi de yoktu. Çünkü onlar aslında, Osmanlı egemenliğinden kurtuluş için sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar veya bunun için çalışıyorlardı. Belge, tam bir Türk milliyetçisi gibi düşünmekte ve algılamaktadır Osmanlı’yı, yani sadece Müslüman ahali olarak. Biz’ine dolayısıyla “Toplum”una dahil değildir Murat Belge’nin, Osmanlı’nın Hıristiyan ahalisi. Ancak böyle bir arka planla insan böyle bir cümle kurabilir. Burada, “Toplum”un aslında gerici ulusçuluk anlamında bir “Biz”in yerine kullanılması çok açık olarak görülmektedir.
Elbette bu makaleyi Murat Belge, öyle iş olsun diye yazmıyor. Tarih aslında bu günkü politik veya programatik duruşlara bir gerekçe sağlamaya yöneliktir. Tarihin tarihle ilgisinin olmadığı açıktır.
Murat Belge’nin “toplum”u Müslüman ahali ve egemen Bürokratik kast anlamında kullandığı görüldü. Bu anlamlarla okuduğumuzda, dediği şudur Bürokratik kasta veya kendisinden artık bugün Türk ulusu yaratılmış ahaliye, yani Türk ulusuna:
“Ölümü kutsayan” bir Türk ulusçuluğu iyi değildir, “hayatı kutsayan” bir Türk ulusçuluğu daha iyidir.
“Toplum”ların karşılığı olan gerçek anlamları koyduğumuzda, Murat Belge’nin yaptığının, aslında nasıl bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç bulunduğu; nasıl bir milliyetçiliğin veya Türk tanımının, “Türk” veya “Türkiye Toplumu”nun çıkarlarına daha uygun olacağına ilişkin görüşler ileri sürmektir.
Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın ölümü ve şiddeti kutsaması, yeni sömürgeciliğin, kültürel ırkçılığın bunu reddetmesi gibi; Murat Belge de klasik Türk ulusçuluğunun, bürokrasinin Türklüğü, ırka, dile, soya dayanarak tanımlayan ulusçuluğunun ayrılmaz kardeşi olan “ölümü kutsayan” bir ulusçuluğun yerine; Türklüğü kültürel olarak tanımlayan bir ulusçuluk gibi, “Hayatı kutsayan” bir ulusçuluk öneriyor.
Bu kimin sorunu olabilir?
Türk ulusçusunun sorunudur.
Bunu kime öneriyor?
Ve Türk ulusçuluğunun yaratıcısı bürokratik kasta öneriyor.
Hem de dışından bile değil içinden.
İşte en entelektüel ve demokrat bilinen Murat Belge’nin o güzel sözlerinin ardındaki acı gerçek.
Meyvenin etli kısımlarını soyduğumuzda elimizde kalan, sert ve zehirli çekirdek: Türklüğün nasıl tanımlanacağı tartışmasıdır.
Önerilen: ölümü değil, yaşamı yücelten bir Türklük, dolayısıyla Türk ulusçuluğu.
Muhatap da Özne de Osmanlı yadigarı egemen bürokratik Oligarşi.
Kadro’nun yaptığı da bu Bürokratik Oligarşiye bir doktrin oluşturmak değil miydi?
Anlaşılan her şey aslına dönüyor.
Topraktan geldik gene toprak oluyoruz.
02 Mayıs 2006 Salı
Kavrambaz Hakkında
Sevan Nişanyan, Taraf’ta yazdığı “Kelimebaz” ile Etimoloji veya Linguistik ile nasıl politika yapılabileceğinin dünyada belki de eşi benzeri bulunmayan nefis bir örneğini sunmuştu.
Sevan Nişanyan’ın bu ülkede yaşayan insanların şanssızlığı olan şansı vardı: Türkiye gibi, Türk Dil ve Tarih kurumlarıyla, birkaç yönden hafızasını yitirmiş veya yitirmeye zorlanmış bir ülkede yazıyordu.
Birinci şansı, bir Türk ulusu yaratabilmek için, Alman Emperyalizminin Hint yolunu açma hedefleri için yaratılmış Orta Asya ve oralardan gelen Türk ulusuna dair bir uydurulmuş bir resmi ve egemen Tarih anlatısını doğru kabul etmiş insanlara yazıyordu. Bu insanlar, eski uygarlıkları feth eden fatihlerin, hiçbir yerde, nüfusun yüzde beşinden veya onundan fazlasını oluşturmadığını; fatihlerin genleri aynı kalsa bile; kültürel kotlarıyla feth ettikleri tarafından fethedildiklerini; yani Orta Asya’daki göçebelerin değil; kültürel ve genetik olarak binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış insanların torunları olduklarını bilmiyorlardı. Yüzde doksanıyla genetik ve kültürel “soydaş”ları Azeriler, Özbekler veya Türkmenler değil, bugün düşman belledikleri Rum ve Ermenilerdi. Bu soydaşlık en sıradan, dolayısıyla en az değişen, en bildik kelimelerde en çarpıcı biçimlerde ortaya çıkıyordu.
Birinciye bağlı İkinci şansı, yüzyılın başlarında katliamlar ve sürgünlerle yok olmuş çoğu Hıristiyan halkların bu yok oluşunu unutmaya çalışmış ve hafıza kaybına uğramış insanlara yazıyordu.
Üçüncü şansı, Kelimebaz’ı, artık bir dile, dine ve ırka dayanan ulusların ve ulusçuluğun ömrünün iyice dolduğunun açığa çıktığı; “çok kültürlülük” veya “ulus devletin sonu” gibi bir “post modern durum”da; Kürt özgürlük hareketinin yükselişi dolayısıyla artık ülkeyi boğar hale geldiği bir dönem ve yerde yazıyordu.
Her sözcüğün tarihi, bir bakıma bu hafıza kaybına uğramış ülkenin insanlarına unuttukları veya unutmaya çalıştıkları geçmişlerinin bir çağrısı gibiydi.
Ve bu ülke, bugünkü dünyanın iktisadi ilişkilerine ve teknik gelişimin bu düzeyine ayak uydurmak istiyorsa bu geçmişin, “üzerine bir kâbus gibi çöken” devleti ve sistemi ile bir hesaplaşmaya gitmek; onu değiştirmek gerektiğini hissediyordu.
Ama Nişanyan’ın radikal bir demokrat olan siyasi tavrına uygun olan etimolojik ve etimolojik olduğu kadar da siyasi açıklamaları; bir yandan böyle bir değişimi isteyen ve artan gücüne paralel olarak politik iktidardan artık daha büyük pay isteyen; ama diğer yandan ezilen sınıflardan korkan, onlarla ilişkisinde deliye taşı andırmak istemeyen, yani radikal bir demokratik dönüşümden ve fikirlerden korkan burjuvazinin direncine takıldı.
Birden sahneden ve ramp ışıklarından uzaklaştırıldı. Kitapların, Facebook’ların, Blok’ların dünyasına gönderildi.
Demokratik bir hareketin, bu hareket içinde de İşçilerin ve Pleplerin ağırlığının yükselişi olursa, bu yükseliş tekrar Nişanyan’a ve Kelimebaz’a sahnenin ön saflarında yer açar. Ama çoğunluk egemenliğinin demokrasi diye vaftiz edildiği bu günkü ilişkiler devam ederse bu durumun bir değişme şansı yoktur.
İşte, “Kavrambaz”a ilham veren Nişanyan’ın bu “Kelimebaz”ıdır. Ve aynı zamanda “Kavrambaz” adıyla “Kelimebaz”ı sürekli bir hatırlatma çabasıdır da.
Peki, “Kavrambaz” nedir ve ne yapmaya çalışacak?
“Alet işler el övünür” derler.
İmgeler sanatın; Kavramlar düşüncenin, bilimin aletleridir.
Bu nedenle, “imgeler çalışır duygular övünür; kavramlar çalışır düşünce övünür” denebilir.
Elinizde işinize uygun iyi ve gelişmiş aletler yoksa hiçbir şey yapamayabilirsiniz. Bazen en sıradan küçücük bir aracın yokluğu aşılmaz bir engel olur. Ateş yakacak bir çakmak taşı ve kav, bir kibrit, bir çakmak yoksa örneğin donup ölebilirsiniz.
Kavramlar da öyledir. Elinizde (kafanızda) kavramlar yoksa olayların özünü kavrayamazsınız, anlayamazsınız. Kavramlarınız ne kadar dakik ve gelişmişse, ne kadar derindeki ilişkileri ifade ediyorsa, olayların o kadar derinine nüfuz edebilir; o kadar derin anlayabilir, o kadar doğru öngörülerde bulunabilir ve tavırlar alabilirsiniz.
Üretici Güçler son duruşmada insanın kullandığı aletlere indirgenebilir. Aletlerin değişimi o aletlerle üretmeyi sağlayan ilişkilerin değişimini, o ilişkilerin değişimi de toplumların değişimini belirler.
Buna paralel olarak, olgular hakkında bildiklerimiz, kavramlarımızı; kavramların değişimi de düşüncelerin değişimini belirler diyebiliriz.
Kavramlar fikirlerin, görüşlerin yapı taşlarını oluşturur. Kavramları incelemek bir canlının anatomisini; bir toplumun maddi üretim temelini incelemek gibidir.
Her isim, sıfat, eylem, yani her sözcük bir kavramdır. Her kavram aynı anda hem böler hem birleştirir. Yeşil dediğiniz an yeşil’i diğer renklerden ayırır, bölersiniz. Ama aynı zamanda bütün yeşil şeyleri de birleştirmiş olursunuz.
Ama her bölmenin bir birleştirme olduğu; yani bölme kavramının aslında kendi zıddı olduğu daha da derin bir diyalektik kavrayışı gerektirir.
Nasıl anatomide biçimsel olarak birbirine benzeyen, benzer işlevleri olan organlar çok farklı yapılara sahip olabilirlerse, (örneğin bir balina ve bir balığın kuyruğu ve yüzgeci birbirine benzer ama bunlar anatomik olarak çok farklı yapılarda organlardır.) düşüncede de kavramlar benzer özellikler gösterirler toplumsal veya düşüncedeki işlevleri bakımından. Ancak kavramların anlamları üzerine derin analizler onların dış benzerlikleri ardındaki derin farklılıkları bize gösterebilir.
Buna kavramların kavramsal analizi denilebilir. Kavramlar ne kadar dakik, gelişkin, öze değin ise, kavramların kavramsal analizi, yani düşüncenin kendi üzerine düşünebilmesi de o kadar öze değin olabilir.
Ama burada bir “fasit daire” ile de karşılaşılır. Kavramsal araçlarınız sınırlı ve yüzeysel olduğu için kavramları da daha derin, gelişkin ve dakik olarak tanımlayamazsınız; kavramları daha derin, dakik ve gelişkin olarak tanımlayamadığınız için de kavramsal araçlarınızın yetersiz olduğunu göremezsiniz.
Bu tıpkı fakirlikten çıkmaya çalışan bir toplumun çıkmazına benzer. Aletler geri yani emek üretkenliği düşük olduğu için yeterince bol artı ürün elde edilemez, yeterince bol artı ürün elde edilemediği için de emek üretkenliğini arttıracak aletler edinilemez, geliştirilemez ve yoksulluktan çıkılamaz. Yoksul olduğunuz için yoksul olmaya devam edersiniz; yoksul olduğunuz için daha çok israf edersiniz. Halkın binlerce yıllık tecrübesiyle anlayıp dediği gibi: “Zengin dağdan aşırır, fakir düz yolda şaşırır.”
Bu nedenle, bu fasit dairelerden çıkış ya da kurtuluş için tarihteki büyük toplumsal sıçramalarda olağanüstü koşulların, dış etkilerin, doğal koşullardaki istisnai durumların ve zorlamaların her zaman büyük önemi olmuştur. Gerek insan türünün evriminde, gerek Neolitik Devrim gibi büyük sıçramalarda, sıçrama için özel şartlar sağlayan doğadaki özgül koşulların ve değişmelerin büyük önemi görmezden gelinemez .
Benzer şekilde toplumda bir topluluğun dışındaki gelişmeler genellikle bu ilk sıçramayı, itkiyi, birikimi sağlarlar ve fasit daireyi kırabilmenin koşullarını oluştururlar.
Verimli Hilal’de hayvan ve bitkiler ehlileştirilmeseydi, Mezopotamya’nın balçıklarında uygarlığa geçilemezdi. Subtropikal ırmak boylarında uygarlıklar kurulmasaydı bir dünya ticareti gelişemezdi. Ve bir dünya ticareti gelişmeseydi, Kaptan Drake’ın korsanlıktan elde ettikleriyle uzak dış ticarete; uzak dış ticaretten elde edilen sermaye birikimi olmasa ve yine bu ticaret için koyunlar insanları yemese, şehirler üretim araçlarından “özgürleşmiş” “Özgür işçilerle” dolmaz ve kapitalizme geçilemezdi. Benzer bir süreçle Osmanlı’da kesim düzeniyle topraklarından olanlar şehirlerde işçi değil; dağlarda Celali olur. “Şelaleye / düşmüştür / zeytinin dalı / celaliyim / celalisin / celali” Cemal Süreyya nam kişinin dediği gibi.
Belki de bu eksojen, dış etkinin büyük sıçramalardaki belirleyiciliği nedeniyle bütün peygamberler muhacirdir. “Muhacirlik peygamber zanaatıdır” diye boşuna konuşmamıştır halk bilgeliği. İbrahim dışarıdan gelir, Urfalıdır. Musa Firavun’un sarayında büyür. Muhammet Şam’a ticaret yollarında manevi birikimini yapar; Medine’ye kaçar, Muhacir olur; İsa’ya atfedilen “Kimse doğduğu yerde peygamber olamaz” diye bir söz vardır.
Kavrambaz da Türkiye’nin entelektüel ortamı ve yaygın kavram kullanımları karşısında biraz bu “fasit daire”den kurtarmaya çalışan bir “eksojen” bir dış etki gibi işlev görmeye çalışacaktır. Bu eksojen etki, Dünya işçi hareketi ve Marksizm’in büyük Aydınlanma devriminden beri, onun kazanımlarına hem sahip çıkarak hem de eleştirerek geliştirdiği kavramsal araçlar olacaktır. Nasıl Verimli Hilal’in ova ve yaylalarında hayvan ve bitkiler ehlileştirilmese, Aşağı Mezopotamya’nın balçıklarında medeniyete geçilemez idiyse; Marksizm’in (Diyalektik sosyoloji) şu iki yüzyılda geliştirdiği kavramsal araçlar olmadan da Türkiye’nin entelektüel dünyası; Türkiye aydınlarının ve demokratlarının, burjuvazinin kavramlarının balçıklarından çıkabileceğe benzemiyor.
Türkiye’nin entelektüel hayatına, Murat Belge ve Birikim ekolünün çekirdeğini oluşturduğu bir çevre ve eğilim egemendir. Bunların ideolojik ve kültürel etkisi, suya atılan bir taşın etrafında oluşan daireler gibi adım adım tüm ülkenin bütün düşünce hayatına yayılırlar. Bu da özellikle herkesin kullandığı kavramlar aracılığıyla olur.
Şu son kırk yılda ülkenin düşünce hayatına bir bakılsın, en kritik anlarda en önemli kırılmalar hep bu çevreden gelir.
Bu çekirdeğin temel bir özelliği vardır. Kendisini daima geri olana göre tanımlar ve insanların kendisine göre geriliğini bir silah olarak kullanır. Gerilikle mücadele eder gibi yapar ama aslında o geriliğe yaslanır ve o geriliği besler.
Ne demek istiyoruz? Önce bunu açıklayalım ve en azından bir örnek verelim.
Gramsci, ezilenlerin fikirler savaşı (teorik savaş, ideolojik savaş) ile politik ve askeri savaşı arasındaki çok temel bir farka işaret etmiştir bir yerde. Fiziki savaşta, güçlerin en irisini düşmanın en zayıf ve yaralanabilir yerine yığmak tayin edici önemdedir. Ama der Gramsci, ezilenler açısından fikirler savaşanda tam tersi olmalıdır. Bir fikrin en aptal, en çapsız, en geri temsilcilerini değil, en gelişkin, en yetkin, en kaliteli savunucu ve temsilcilerini hedef alıp onlara eleştiri yöneltilmelidir. (Hatta böylesi yoksa bile olası ama var olmayan böyle bir rakip yaratılıp o eleştirilmelidir.) Ezilen yığınların geri yanlarına hitap etmeyen, aksine o geri yanlarla mücadele edip, ezilenleri geliştirmek isteyen, yani devrimciler, Marksistler, böyle davranır ve böyle davranmak zorundadır.
Açın bakın, Murat Belge’den Ömer Laçiner’e; Halil Berktay’dan Etyen Mahçupyan’a bütün bugünkü Türkiye’nin düşünsel ve entelektüel hayatına damgasını vuranlara, bunların hepsi, tam da Gramsci’nin dediğinin zıddını yaparlar; kendilerini en gerilere göre tanımlarlar. Kendilerinden ileri olanı hiçbir zaman hedef almazlar; yokmuş gibi yaparlar.
Bunun elbet tarihsel ve sosyal bir temeli de vardır. Bu vesileyle bu tarihsel ve toplumsal temele de değinmek gerekir burada biraz. Yoksa Hem mücadele edeceğimiz bu eğilimin hem de Kavrambaz ile yapmaya çalışacağımızın niçin mümkün ve gerekli olduğu anlaşılamaz.
Modern çağda, hele yirminci yüzyılda, İşçi Sınıfı’nın örgütlerinin ve mücadelesinin gücü ile elde ettiği haklar sonucu Sınıfta radikalizmden bir uzaklaşma; bir pembeleşme; bir “mora kayma”, bunun ayrılmaz bir zıttı olarak da Küçük burjuvazinin de yoksullaşması ve çözülüşüne bağlı olarak, bir radikalleşmesi ve bir “kızıla kayma”sı vardır. Bu iki zıt yöne eğilim hem dünya çapında (İleri ülkelerde reformizm, sosyal devlet, Keynezyanizm; geri ülkelerde devrimci ve radikal hareketler; Türkiye’de işçilerin reformist burjuvaziyi, Küçük burjuvazinin Radikal hareketleri desteklemesi) görülebilir. Bu nedenle politik arenayı Reformistler ve Radikaller doldurur. İşçi hareketi bile bunlar arasında bölünür. Herkes sosyalisttir görünüşte ve herkes İşçi hareketinden söz eder ama aslında bağımsız bir programı ve gücü olmadığından işçi hareketi yok; burjuvazi ve küçük burjuvazi arasında bir mücadele vardır.
Bu “kızıla kaymaya” uğrayan küçük burjuvazi, sadece iktisadi konumuyla burjuvazi ve işçi sınıfı arasında yer almaz. Sınıfların bir de tarihsel ve kültürel konumlanması vardır. Tarihsel ve Kültürel konumlanmasıyla Küçük Burjuvazi, geçmiş üretimin yadigârı olduğu için, modern üretimin ürünü olan ve onu da aşmaya yetenekli işçi sınıfın arasında değil; burjuvazinin ötesindedir; işçi sınıfına burjuvaziden bile daha uzaktır. Yani iktisadi konumuyla burjuvazi ve işçi sınıfı arasında yer alan İşçi Sınıfının reformistleşmesine paralel olarak radikalleşen Küçük Burjuvazi, tarihsel ve kültürel konumlanması ve özellikleriyle işçi sınıfına burjuvaziden bile daha uzaktır.
Bu biraz, bir uygarlık dini olan İslam ulemasının, uygarlığa uzak neolitik köy komünü dinindeki Aleviler için, “Müslüman olmak için önce Hıristiyan olmaları gerekir” demelerine benzer. Gerçekten de Alevilik, yazıya yani uygarlığa ve sınıflı topluma geçememiş köy komünlerinin “kitapsız” dini olarak, Müslümanlığa, bir “kitaplı” “Hak dini”, yani yazıya geçmiş toplumların uygarlık dini, olan Hıristiyanlıktan bile daha uzaktır.
Benzer şekilde, küçük burjuva sosyalizminin de gerçek bir işçi sosyalizmi olabilmesi için, önce burjuva sosyalizmi olması, sonra bu burjuva sosyalizmini de eleştirip aşması gerekir. Bu ise çoook uzun bir yoldur. Bu nedenle Küçük burjuvaziden yaratıcı hiçbir Marksist teorisyen çıkmamıştır. Marks dâhil bütün büyük teorisyenler Burjuvazinin kültürünü de içselleştirmiş, kapitalist toplumun eşitsizlikleri ve yabancılaşmaları karşısında işçi hareketinin de yükselişiyle, İslam’ın “kendi nefsine karşı savaş savaşların en kutsalıdır” dediği türden ruhsal ve entelektüel derin iç mücadelelerle, burjuva dünyasından kopmuş insanlardan çıkar.
Radikalleşen küçük burjuvazi yirminci yüzyılda kendisini, politik ve ideolojik olarak Sosyalist bir terminoloji ve bayrakla ifade etmiştir. Ve burjuvaziyle farkını vurgulamak için, burjuvazinin ufkunu aşacak kavram ve kurumlardan yoksun oldukları için; o ufkun içinde burjuvaziyle olan farkı ifade edebilmek için, özellikle mücadele biçimleri ve sembollerde radikal olurlar . Ama özünde, burjuva uygarlığının kurum ve kavramlarından uzak oldukları için, burjuvazinin ufku içinde kalırlar.
İşçi sınıfı ise, burjuvaziyle savaşında mücadele biçimlerine ve sembollere değil; içeriğe, kavramlara, programa, yani özdeki radikalliğe önem verir. Ama ortalık, reformistleşmiş bir işçi sınıfı ve radikalleşmiş bir küçük burjuvaziyle dolu olduğu için, bu eğilim, Marks’ın devrim köstebeği gibi, hep görünmez ve yer altında kalır. Elbette burjuvazinin kasıtlı engellemelerini burada ayrıca zikretmeye gerek yoktur.
İşte, yukarıda adı örnek olarak sayılan başta M. Belge vs., Türkiye’nin (aynısı dünyada da geçerlidir) entelektüel dünyasında belirli bir egemenlik kuranlar, hep bu küçük burjuvazinin kültür ve Marksizm’ini, Marksizm veya sosyalizm olarak hedefe alırlar. (Aslında kendileri de oradan gelmişlerdir çoğunlukla. Gençliklerinin radikal zamanlarında, küçük burjuva radikalizminin saflarında keskin Marksistlik yapmışlardır.)
Ama böyle yaparak, insanların geri yanlarına hitap etmiş olurlar. Ama sadece bu kadar da değil. Küçük burjuva radikalliği ile bu çatışma aslında fiilen Marksizm’e ve İşçi Sınıfı sosyalizmine ve programına karşı bir “Susuş Komplosu” olur; onu gözlerden uzak tutmaya; önemsiz göstermeye, gündemden düşürmeye de yarar.
Kendimizden bir örnek verelim. 1974 veya 1975 yıllarında, kitle hareketinin yükselişinin eşiğinde; Murat Belge bir Kıvılcımlı Eleştirisi yazdı. Bu eleştiri hem yükselen küçük burjuva radikalleşmesinin eğilimlerine (örneğin Kurtuluş birçok görüşünü aldığı Kıvılcımlı’yla hem bir hesaplaşmadan kaçtı hem de bu kaynaklarını gizledi.) hem de Portekiz ve Vietnam devrimlerinin başarısından hız alan içini boşalttığı, “Doktorcu”luktan kurtulmak ve Sovyet rüzgârlarıyla yelkenlerini doldurmak isteyen TSİP için iyi bir bahane oldu.
Murat Belge’nin bu eleştirisi çıkıp da kimse cevap vermeyince, biz iş başa düştü deyip, genç bir sosyalist militan olarak Türkiye’nin bu en iyi yetişmiş aydınlarından biri olan Murat Belge’nin alfabetik düzeyde bile Marksizm’i bilmediğini gösteren; onun bütün tez ve eleştirilerinin yanlışlığını gösteren bir eleştiri yazdık.
Görmezden geldi. Çünkü bu yazı onun tipik olarak hedefe aldığı, küçük burjuva sosyalizminin dogmatizminden çok uzaktaydı. Eleştirseydi, hem zayıflığı görülecek hem de hiç de gündemleştirmek istemediklerinin gündemleşmesine hizmet etmiş olacaktı. Bir teorinin toyca savunuluşlarını ele alıp eleştirmek elbette çok daha kolaydı.
Ama bu davranış, ezilenlerin geri yanlarına hitap etmiş; Gramsci’nin dediği gibi bir görüşün en iyi değil, en ucuz temsilcilerine; yani rakibinin en güçlü değil en zayıf yanına yönelmiş olmakla damgalı oldu. Türkiye sosyalistleri ve entelektüel hayatı için, M. Belge’nin sözde işini bitirdiği Kıvılcımlı, unutuldu, gündemden düştü ve bilinmez kaldı.
Ya da seksenlerin ikinci yarısı göz önüne getirilsin. Sosyalistler ilk kez Stalinizmle hesaplaşmaya eğilim gösteriyorlardı. Klasik Marksist gelenekle ve onun temsilcisi olan Troçkist denen gelenekle tanışıyorlardı. Batı Marksizm’i yavaş yavaş keşfediliyordu. İşçi ve Kürt hareketinin senkronize bir yükselişi başlar gibiydi. Birbiri sıra sosyalist teori dergileri yayınlanıyordu.
Belge’nin çıkardığı Gündem dergisi Demirel’leri demokrasi havarisi yaparak, bugün piyasayı kaplayan bir yığın saçma sapan kavramı piyasaya sürerek, bu günkü ideolojik iklimin neredeyse bütün kavramlarını ortaya attı ve tedavüle çıkardı.
Aynı günlerde Avrupa’da çıkan Devrimci Marksist dergisinde bunlar eleştiriliyor ama bütün bunlara hiçbir zaman cevap verilmiyordu. Sosyalizmin dogmatik ve ilkel savunucuları hedef yapılarak geri yanlara hitap edilmeye devam ediliyordu. Onlar eleştirilerek sosyalizm eleştiriliyordu. Onlara karşı sosyalizmi savununlar yok sayılıyordu.
Bu eğilim, bu stil aynen bugün de devam etmektedir. Örneğin açın Halil Berktay’ın yazılarına bakın. Kolay hedeflere, yaygın basit yanlışlara yönelmiştir. Ama bunları hedef alarak asıl daha tehlikeli ve büyük yanlışları egemen kılmaktadır. Aslında onların Marksizm diye saldırdıkları kendi küçük burjuva radikalliklerini yaşadıkları zamanın Marksizm’idir. O zaman da Marksist değillerdi şimdi ona saldırırken de.
Fakat ortada öylesine muazzam bir ideolojik ve kültürel bir egemenlik vardır ki, politik olarak bunlara karşı olanlar bile ki bunlar küçük burjuva radikalizmini ifade ederler burjuva liberalizmi karşısında, karşı olduklarının kavramlarıyla düşünürler. “Jakoben”; “Ulus Devlet”, “Ötekileştirmek” gibi bir yığın kavram bunların da dilinden düşmez. Aslında bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Küçük burjuva radikalizminin, Burjuvazinin ve onun reformizm ve liberalizminin ufkunu aşamamasının bir somut görünümüdür de bu.
“Kavrambaz”, işte bu kavramları alacak ve tek tek hepsinin ne kadar saçma ve yanlış içeriklerle dolu olduğunu veya doldurulduklarını gösterecek. Bütün bu kavramları piyasaya süren Belge’lerin, Berktay’ların, yani liberallerin birer eleştirisi de olacaktır bu yazılar zımnen.
“Kelimebaz”, nasıl askeri bürokratik oligarşinin artık iyice çağ dışına düşmüş egemenliğine karşı demokrasi cephesinin bir ideolojik mücadele aracı olduysa; Kavrambaz da, Burjuva liberalizmine ve reformizmine karşı radikal demokrasinin olduğu kadar; İşçi ve sosyalist hareketinin 150 yıllık birikimlerinin burjuva dünyasına ve egemenliğine karşı mücadelesinin bir aracı olmaya çalışacaktır.
Demir Küçükaydın
29 Eylül 2011 Perşembe
[email protected]